“Portakalı
soydum, baş ucuma koydum, ben bir yalan uydurdum.”
Çocuktuk,
güzel oyunlarımız vardı. Çocukluktan bu yana yalancıktan yaptıklarımız kaldı. Yalan, denize düşünce tutunduğumuz yılan. Çıkmaz
sokakların hayale açılan kapısı. Olmaya çalışmaktansa ol/muş gibi yapmak. Elle
tutulmayan, gözle görünmeyen ne varsa hep; şüphe yüklü. Şüpheden bir gece elbisesi biçiyor terzimiz. Gece on iki olmadan diyor.
-Çünkü yalancının mumu yatsıya kadar yanar.- Mum eriyor. Kandiller sönüyor. Ve
her şeyi; karanlığın kucağına bırakıyor yalan. Oyunlarımıza alet ettiğimiz
yalan, bizi oyunlarına alet ediyor. Söze gelince, yalandan korktuğu kadar
yılandan korkmayanlar. Ah onlar yok mu onlar ah! Ele güne oynayıp, el ne der
kaygısı çekenler. Onların yıkılmamış duvarları vardır. Yıktıkları yuvalar.
Davetsiz misafirdir yalan. Kırk kat kilidi aşıp kurulur sofraya yalan.
En güzel yemeği, en güzel şarkıyı, henüz
açılmamış çikolata paketini zehir eder. Boğazımızda düğümlenir lokmalar.
Düğümlere üfleyen kadınlar. Balkanlardan geldiğini uydurduğumuz soğuk hava
dalgası. Düne kadar sıcacık olan yuvamızı, soğuk savaş cephesi yaparlar. Aynı
evde, aynı savaşın farklı tarafları oluveririz. Evlerden ırağı olsun, böylesi
yalanın, yalan/cıktan yalanın.
Fakat yalanın türleri de vardır. Pembesi,
beyazı... İşin rengini değiştiren renkleri vardır. Hele bir de toz pembesi
vardır ki yalanın; ağızlara layık, pamuk şekeri tadında. Yalan, pamuk şekeri
kadar çekici ve geçicidir. Geçici olan yalnız tadıdır, elinize yapışır öyle
kolay kolay bırakmaz. Çoğu dosttan da vefalıdır yalan. Unutturmaz kendini. Ve yalnız
zeki adamların işidir. -Çünkü kuvvetli hafıza gerektirir.- Aldanmak aptalların
işi, tezgâhın arkasında zekiler. En kırmızı elmayı gösterip çürüğünü satanlar.
Aldatmak, aldanmaktan daha çok çaba ister. İnanmak isteyenler olmasa yalanlar
da olmaz. Tahammülü olmayan soru sormasa, yalan yanlış cevaplar almaz. Kayıplar
olmaz, yitirilen kelimeler. Sahi “güveni” gören oldu mu, “yalansız güven” hiç doğru
mu?
Yorumlar
Yorum Gönder