Devler
ülkesinde bir bücür misali dolaştığım o günlerde, huzursuzluğun prangalarına
hapsolmuştum. Bu devlerin arasında ezilmek, ezilip yok olmak korkusu beni daha
da harap ediyordu. Bedenimden bağımsızlığını ilan etmiş ruhumun başına buyruk
emirleri yüzünden, ayaklarım beni şehrin bir o yanına bir bu yanına sürükleyip
dururdu. Ve ben, içimdeki sıkıntıları nasıl atacağımı bilemeden dolaşıp durdum
sürekli. Keşkelere hapsolmuş gibi, başka bir ‘keşke’ ile başladım cümleye.
Keşke şimdi Kuşçu Ali yanıma otursa ve bir bardak çay eşliğinde ona bütün dertlerimi,
sıkıntılarımı anlatabilsem ya da bir şeyh bulsam otursam dizlerinin dibine ve
ciğerlerim sökülene kadar ağlayabilsem veyahut da Tatar Ramazan ile birlik olup
kafamın içindeki tüm cinayetleri beraber işleyebilsek... İşte tüm bunların
fikirlerimde dağıldığı sırada, arkamdan yaklaşan birisi beni kolumdan tuttu ve
şehrin batı yönündeki bir ara sokağa doğru sürüklemeye başladı. “Ya ne oluyor!”
demeye kalmadan kafamı yukarı doğru kaldırıp bakınca, kolumdan tutan kişinin
Orhan Veli olduğunu gördüm. “Abi bir dur Allah aşkına nereye gidiyoruz böyle”
desem de, sorduğum soruya hiçbir cevap alamadım. Madem bir yere gidiyorduk,
vardır bir bildiği deyip sustum. Daha önce binlerce kez önünden geçtiğim ama
kıyıda köşede küçük bir yerde kaldığı için hiç fark edemediğim bir çay ocağının
önünde durduk. Eliyle işaret yaparak içeriye girmemi istedi, emirleri yerine
getirerek çay ocağının kapısından içeri girdim. O an ne olduğunu anlayamadığım
bir şekilde sanki boyut değiştirmiş gibi farklı bir mekâna girdiğimi hissettim.
Ama durun bir dakika, ben bu mekâna daha önce de geldim, evet evet hem de dün
gece geldim. Kan ter içinde uyandığım rüyalardan birisiydi, hatta şu köşedeki
tekli masa ve tekli iskemlede oturuyordum. Demek beni bu yüzden buraya getirdi.
Arkamı döndüğümde ise, Orhan Veli çoktan ortadan kaybolmuştu bile.
Yine
sattı beni, kesin koşarak bomonti sokağına gitmiştir. ‘Sağlık olsun artık ne yapalım,
bende oturur çay içerim’, diye kendi kendime konuşurken gerçekten de rüyamda
gördüğüm köşedeki tekli masanın iskemlesine oturdum. Ocağın başında duran
amcaya el işareti yaparak -tek- çay istedim. Galiba uzun zamandır bir çay
ocağında oturmuyordum, hem belki de yıllar olmuş olabilir. Çayın gelmesini
beklerken, içerdeki kalabalığın etkisinden midir yoksa başka bir sebebi mi vardır
bilmiyorum ama bir anda geçmişteki anılarım depreşti, sanki geçmişe dair
yaşadığım özlem ve hasretle aradığım bir şeyi bulmuş gibi hissettim. Bundan üç
yıl öncesine kadar arkadaşlarla hep beraber gittiğimiz bir çay ocağı vardı,
yine bir ara sokağında idi. Okul sonrası sürekli olarak orada buluşur Dergâh
dergisinde yazılan yazıları ve şiirleri değerlendirir, Cemil Meriç’in
kitaplarından kesitler okuyarak okuduğumuz yerlerin kendimizce sosyolojik
tahlillerini yapardık. O günlerde sorduğum bir soru aklıma geldi nedense; “Abi
niye gidip bir kafede oturmuyoruz ki, burada soğukta hasta olup gideceğiz,
varalım oturalım bir kafeye rahatça, sohbetimizi muhabbetimizi edelim” diye
arkadaşlarımın başının etini yerken, “Ya oğlum biz öğrenciyiz, kafedeki çaya
gücümüz yeter mi” sözünü hiç anlamazdım. O zamandan bu zamana kadar geçen
sürede birçok kafeye gittim oturdum, arkadaşlarla sohbet ettim, ancak bu
sorduğum sorunun cevabını geç olsa da şimdi anlayabildim diyebilirim. Maksadım
karşılaştırma yapmak değil ama, şu üzerinde oturduğum kıçı kırık iskemlede
yaptığım sohbetlerin ve muhabbetlerin tadını hiçbir zaman başka bir yer ve
ortamda alamadım. Dönüp çay ocağındaki insanlara bakınca gördüğüm tek şey ise
herkesin eşit olmasıydı. Ceplerindeki paranın ne kadar olduğunun hiçbir önemi
yoktu. Herkes ne kadar çay içerse içsin, içtikleri çayın parası o çay
ocağındaki insanların ceplerindeki para kadardı. İster bu para çıkışsın isterse
de çıkışmasın. Ve işte burada herkes; “aman yediğim içtiğim şeylerin fiyatı
yüksek gelir cebimdeki para çıkışmaz ona göre az yiyip az içeyim” gibi bir
telaşa ve korkuya kapılmıyordu ve en güzeli de herkes rahattı. Kimsenin kimseye üstünlük kurma gibi bir
durumu yoktu, çünkü herkes aynı iskemle üzerinde aynı seviyede oturuyordu. Her
ne kadar o iskemleler kafedeki koltuklar kadar rahat olmasa da, insanlar dip
dibe oturup karşılarındaki muhatabını canı gönülden dinleyebiliyorlardı.
İnsanın dikkatini dağıtacak rahatlık o iskemlelerde olmadığı için, insanların söylediklerini
tekrar etmelerine de gerek kalmıyordu. Konuştuklarında veya konuşmadan göz göze
bakıp kafalarının içindeki seslerle bir şey anlatmaya kalktıklarında, seslerini
bastıran bir müzik bu ortamda yoktu. Para telaşı olmadığı için konuşulan
konular dünyalık değildi. Ya dünyanın öteki ucundaki bir Arıkanlı’nın nasıl
kurtulacağı ya da Şef Mahko’nun torununun beyazlara karşı sergilediği direniş
konuşulurdu. O vakitlerde her ne kadar aptalca sormuş olduğum bu sorunun
cevabını pek anlamasam da, galiba altında yatan giz buydu. Şayet ben bu soruyu
sorduktan sonra o çay ocağından kalkıp bir kafeye gitseydik eğer; biz ne o Dergâh
dergisindeki yazıları konuşuyor olurduk ne Zümrüt Karabudak’ın “Şükûfe” adlı
şiirini bağıra bağıra okuyarak ‘acaba
burada ne demek istemiş’ diye tartışıyor olurduk ne de o günden sonra
herkesin gerçekten sohbet ve muhabbet için geldiği içeceklerin pahalı olmadığı,
insanların bir arada olabileceği Onuncu Köyün Yolcuları adlı kitap kafeyi
kurmuş olurduk. O gün o aptalca soruyu sorup başının etini yediğim için ve beni
dinlemeyip o çay ocağından kalkmadıkları için arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.
Ve beni buraya getirdiği için de Orhan Veli’ye ne kadar teşekkür etsem azdır.
İçimde yaşamış olduğum sıkıntının hafiflemesiyle birlikte çay ocağından
ayrıldım. Bazen insanın kendisini bulabilmesi için ara sokaklarda kaybolmayı
yeniden bilmesi gerekirmiş. Ve o kaybolmalar sırasında şansınız yerinde gider
ise, kolunuzdan tutup sizi bir yerlere sürükleyen Orhan Veli’ye denk gelirseniz
eğer sakın karşı çıkmayın, bırakın sizi istediği yere götürsün. Çünkü o yer
hep; kalbinizin mekânıdır.
Not:
Burada anlatılan rüya ve mekânlarda geçen olaylar hayal ürünü değildir
gerçekten yaşanmıştır; Orhan Veli’nin ruhu da dâhil.
Yorumlar
Yorum Gönder