Ana içeriğe atla

DEVLER ÜLKESİNDEKİ BÜCÜR - MUZAFFER BİLSİN


Devler ülkesinde bir bücür misali dolaştığım o günlerde, huzursuzluğun prangalarına hapsolmuştum. Bu devlerin arasında ezilmek, ezilip yok olmak korkusu beni daha da harap ediyordu. Bedenimden bağımsızlığını ilan etmiş ruhumun başına buyruk emirleri yüzünden, ayaklarım beni şehrin bir o yanına bir bu yanına sürükleyip dururdu. Ve ben, içimdeki sıkıntıları nasıl atacağımı bilemeden dolaşıp durdum sürekli. Keşkelere hapsolmuş gibi, başka bir ‘keşke’ ile başladım cümleye. Keşke şimdi Kuşçu Ali yanıma otursa ve bir bardak çay eşliğinde ona bütün dertlerimi, sıkıntılarımı anlatabilsem ya da bir şeyh bulsam otursam dizlerinin dibine ve ciğerlerim sökülene kadar ağlayabilsem veyahut da Tatar Ramazan ile birlik olup kafamın içindeki tüm cinayetleri beraber işleyebilsek... İşte tüm bunların fikirlerimde dağıldığı sırada, arkamdan yaklaşan birisi beni kolumdan tuttu ve şehrin batı yönündeki bir ara sokağa doğru sürüklemeye başladı. “Ya ne oluyor!” demeye kalmadan kafamı yukarı doğru kaldırıp bakınca, kolumdan tutan kişinin Orhan Veli olduğunu gördüm. “Abi bir dur Allah aşkına nereye gidiyoruz böyle” desem de, sorduğum soruya hiçbir cevap alamadım. Madem bir yere gidiyorduk, vardır bir bildiği deyip sustum. Daha önce binlerce kez önünden geçtiğim ama kıyıda köşede küçük bir yerde kaldığı için hiç fark edemediğim bir çay ocağının önünde durduk. Eliyle işaret yaparak içeriye girmemi istedi, emirleri yerine getirerek çay ocağının kapısından içeri girdim. O an ne olduğunu anlayamadığım bir şekilde sanki boyut değiştirmiş gibi farklı bir mekâna girdiğimi hissettim. Ama durun bir dakika, ben bu mekâna daha önce de geldim, evet evet hem de dün gece geldim. Kan ter içinde uyandığım rüyalardan birisiydi, hatta şu köşedeki tekli masa ve tekli iskemlede oturuyordum. Demek beni bu yüzden buraya getirdi. Arkamı döndüğümde ise, Orhan Veli çoktan ortadan kaybolmuştu bile.  
Yine sattı beni, kesin koşarak bomonti sokağına gitmiştir. ‘Sağlık olsun artık ne yapalım, bende oturur çay içerim’, diye kendi kendime konuşurken gerçekten de rüyamda gördüğüm köşedeki tekli masanın iskemlesine oturdum. Ocağın başında duran amcaya el işareti yaparak -tek- çay istedim. Galiba uzun zamandır bir çay ocağında oturmuyordum, hem belki de yıllar olmuş olabilir. Çayın gelmesini beklerken, içerdeki kalabalığın etkisinden midir yoksa başka bir sebebi mi vardır bilmiyorum ama bir anda geçmişteki anılarım depreşti, sanki geçmişe dair yaşadığım özlem ve hasretle aradığım bir şeyi bulmuş gibi hissettim. Bundan üç yıl öncesine kadar arkadaşlarla hep beraber gittiğimiz bir çay ocağı vardı, yine bir ara sokağında idi. Okul sonrası sürekli olarak orada buluşur Dergâh dergisinde yazılan yazıları ve şiirleri değerlendirir, Cemil Meriç’in kitaplarından kesitler okuyarak okuduğumuz yerlerin kendimizce sosyolojik tahlillerini yapardık. O günlerde sorduğum bir soru aklıma geldi nedense; “Abi niye gidip bir kafede oturmuyoruz ki, burada soğukta hasta olup gideceğiz, varalım oturalım bir kafeye rahatça, sohbetimizi muhabbetimizi edelim” diye arkadaşlarımın başının etini yerken, “Ya oğlum biz öğrenciyiz, kafedeki çaya gücümüz yeter mi” sözünü hiç anlamazdım. O zamandan bu zamana kadar geçen sürede birçok kafeye gittim oturdum, arkadaşlarla sohbet ettim, ancak bu sorduğum sorunun cevabını geç olsa da şimdi anlayabildim diyebilirim. Maksadım karşılaştırma yapmak değil ama, şu üzerinde oturduğum kıçı kırık iskemlede yaptığım sohbetlerin ve muhabbetlerin tadını hiçbir zaman başka bir yer ve ortamda alamadım. Dönüp çay ocağındaki insanlara bakınca gördüğüm tek şey ise herkesin eşit olmasıydı. Ceplerindeki paranın ne kadar olduğunun hiçbir önemi yoktu. Herkes ne kadar çay içerse içsin, içtikleri çayın parası o çay ocağındaki insanların ceplerindeki para kadardı. İster bu para çıkışsın isterse de çıkışmasın. Ve işte burada herkes; “aman yediğim içtiğim şeylerin fiyatı yüksek gelir cebimdeki para çıkışmaz ona göre az yiyip az içeyim” gibi bir telaşa ve korkuya kapılmıyordu ve en güzeli de herkes rahattı.  Kimsenin kimseye üstünlük kurma gibi bir durumu yoktu, çünkü herkes aynı iskemle üzerinde aynı seviyede oturuyordu. Her ne kadar o iskemleler kafedeki koltuklar kadar rahat olmasa da, insanlar dip dibe oturup karşılarındaki muhatabını canı gönülden dinleyebiliyorlardı. İnsanın dikkatini dağıtacak rahatlık o iskemlelerde olmadığı için, insanların söylediklerini tekrar etmelerine de gerek kalmıyordu. Konuştuklarında veya konuşmadan göz göze bakıp kafalarının içindeki seslerle bir şey anlatmaya kalktıklarında, seslerini bastıran bir müzik bu ortamda yoktu. Para telaşı olmadığı için konuşulan konular dünyalık değildi. Ya dünyanın öteki ucundaki bir Arıkanlı’nın nasıl kurtulacağı ya da Şef Mahko’nun torununun beyazlara karşı sergilediği direniş konuşulurdu. O vakitlerde her ne kadar aptalca sormuş olduğum bu sorunun cevabını pek anlamasam da, galiba altında yatan giz buydu. Şayet ben bu soruyu sorduktan sonra o çay ocağından kalkıp bir kafeye gitseydik eğer; biz ne o Dergâh dergisindeki yazıları konuşuyor olurduk ne Zümrüt Karabudak’ın “Şükûfe” adlı şiirini bağıra bağıra okuyarak ‘acaba burada ne demek istemiş’ diye tartışıyor olurduk ne de o günden sonra herkesin gerçekten sohbet ve muhabbet için geldiği içeceklerin pahalı olmadığı, insanların bir arada olabileceği Onuncu Köyün Yolcuları adlı kitap kafeyi kurmuş olurduk. O gün o aptalca soruyu sorup başının etini yediğim için ve beni dinlemeyip o çay ocağından kalkmadıkları için arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Ve beni buraya getirdiği için de Orhan Veli’ye ne kadar teşekkür etsem azdır. İçimde yaşamış olduğum sıkıntının hafiflemesiyle birlikte çay ocağından ayrıldım. Bazen insanın kendisini bulabilmesi için ara sokaklarda kaybolmayı yeniden bilmesi gerekirmiş. Ve o kaybolmalar sırasında şansınız yerinde gider ise, kolunuzdan tutup sizi bir yerlere sürükleyen Orhan Veli’ye denk gelirseniz eğer sakın karşı çıkmayın, bırakın sizi istediği yere götürsün. Çünkü o yer hep; kalbinizin mekânıdır.
Not: Burada anlatılan rüya ve mekânlarda geçen olaylar hayal ürünü değildir gerçekten yaşanmıştır; Orhan Veli’nin ruhu da dâhil.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu