Ana içeriğe atla

SEVGİ DUVARI - MUZAFFER BİLSİN


Âdemoğlunun sınava tabii tutulduğu ilk mesele “Güven” konusu olmuştur. İlk günden bugüne kadar hayatımızın birçok noktasını etkileyen bu mesele bizler için çok fazla önem teşkil etmektedir. Ailemizde, okulda, yaptığımız işlerde, ticarette, sosyal hayatta, arkadaşlıklarda, insani ilişkilerimizin temeli bu konu çerçevesinde ayakta durmakta ve devamlılığını sürdürmektedir. Bu saymış olduğumuz örneklerin içerisinde ana rolü oynayan insan olduğu için öncelikli değinmemiz gereken nokta, insanın insan ile olan ilişkisindeki yatan güvendir. Kırılan, kişisel ve toplumsal güvenlerimiz yüzünden bugün birçok unsura yaklaşma şeklimiz değişmiştir. Aldığımız güvenlik önlemleri, yaptığımız eylemler ve söylemler, güven meselesinde hangi konumda olduğumuzu gösterir. Toplumu bir arada tutan ana unsur bu olmasına rağmen en çok yaranın da bu meselede olması traji-komik bir vakadır. Kısacası artık hiçbir şeye güvenmiyoruz. En yakınımızda olandan tutun da en uzak olanımıza kadar hiçbir şeye güvenmeme hastalığımız ortaya çıktı ve bu bizleri bir kurt gibi kemirip durmaktadır. Hepimizin şikayetçi olmuş olduğu bu konu, haliyle ilişkilerde “nasıl güveneceğiz” sorusunu doğurmaktadır. Ancak birçok kimse Can Yücel’in “Sevgi Duvarı”, yani Sidikli Kontes adlı şiirini okumadığı için bu soruya vereceği net bir cevabı yoktur. Sevgi Duvarı adlı şiirin son mısralarında şu sözler yer alır:
‘‘… Ne kadar rezil olursak o kadar iyi.’’
‘‘… Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi.’’
‘‘… Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.’’
Bu cümlelerin, güven konusunda bize verdiği çok büyük bir sır var. Bu sırra gelecek olursak, ‘rezil olma’ olgusundan başlamak en doğru tercihtir. Rezillik kavramı, kişiden kişiye değiştiği için tam olarak şu anlamı ifade ediyor diyemeyiz. Lakin ilişkilerimizde nasıl güveneceğiz sorusunun cevabı ilk olarak rezillik kavramından geçer. Muhatap aldığımız kişi bize kendi adıyla “kendinin en rezil olmuş halini” bizlere gönül rahatlığıyla gösterebiliyorsa, bu kişinin düşeceği en alt seviye de orasıdır. O seviyeden daha aşağı düşemeyeceği için kişinin ortada saklayacağı bir durumda kalmayacaktır. Haliyle bu konuda bizlere düşen ilk görev, ‘gerçekten muhatabımızın en rezil halini görmeye katlanabilecek miyiz’ ona bakmamız gerekliliğidir. Eğer ki muhatabımızdan güven bekliyorsak, onun bizlere göstermiş olduğu rezil halini görmeye de katlanabilmeliyiz. İşte o zaman karşılıklı bir saygı ve güven ortamı da kendiliğinden oluşacaktır. 
Bir sonraki evre ise, ‘ne kadar yalansız yaşanabilecek’ evresidir. Güven beklediğimiz kişi, rezillik bağlamında bize kendini tam olarak gösterdiği için ortada dönmesini beklediğiniz yalanlar ve dolanlar da otomatik olarak ortadan kaldırılacaktır. Yani ilişkilerimizde söylediğimiz yalanlar, güvenin temeline dinamit döşemektedir. O yüzden Can Yücel’in sürekli olarak belirttiği yalansız yaşama metaforu ilişkiyi ayakta tutan durumdur. Bu yüzden her ne olursa olsun, kötü bir şey yapsak bile yalan söylemek yerine doğruyu söylemek, yolların geri dönüşünde kişiye kolaylık sağlar. ‘Bütün bunları yaptık her şey düzelecek mi’ diye aklımızda oluşan soru işaretlerine yazımızın başlığında, böylece yer verdik. Ne oldu da bu kadar birbirimize güvenemez olduk diye dertlenirken aslında sevgiye karşı örmüş olduğumuz duvarlarımızı fark ettik. İnsan, doğada yeşili yani güzelliği yok etmek için kullanmış olduğu beton duvarları soyut anlamda kendisi ile başka insanlar arasına da örmektedir. Sevgisiz yaşanılan ilişkilerde tarafların birbirine katlanma durumu ortadan kalkacağı için, haliyle söylenen en ufak bir yalan bile ilişkide güvensizliğe neden olur. Aynı zamanda kişinin gerçek yüzünü gizlemesi, yani en rezili gizleyip göstermemesi ve bu durumun daha sonra ortaya çıkması, ilişkilerde güvensizliğe zemin hazırlar. Peki neden sevmiyoruz veya sevemiyoruz diye durup baktığımız zaman ortaya çıkan sonucu bizlere Cemil Meriç göstermektedir. Meriç dünyadaki ana kaosun nedenini şu sözlerle dile getirir: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmesi insanların kullanılmasıdır” der. Bir insanı sevmek yerine, o insanın boşluğunu başka bir eşya ile doldurma yönelimi, ördüğümüz ilk duvardır. İkinci örülen duvar ise, insanların sevgisine bir karşılık görememesi gerçeğidir. Her ne kadar insanın, eşyalardan bir sevgi karşılığı görmemesine rağmen eşyayı sevmeye devam etmesinin nedeni, kişinin o eşyaya hem bir anlam yüklemesi hem de o eşyanın kendi mahiyetinde istediği zaman istediği kadar kullanabilmesinden kaynaklıdır. Bir diğer husus da Meriç’in söylemiş olduğu bu sözü biraz daha ayrıntılı olarak başka bir pencereden dile getiren Erich Fromm’un Sevme Sanatı kitabında sevgi hakkında yazmış oldukları, çok güzel nokta atışlarıdır. Fromm: “sevmek bir sanattır” der. Tabii ki kişinin herhangi bir sanatı yapabilmesi için önce o sanata dair bilgilerinin olması gerekir. Ayrıca kişinin eğer ki yapmayı düşündüğü sanat hakkında hiçbir bilgisi yoksa yaptığı eylemin sanat çerçevesinde de bir zemini yoktur. Bu noktada Fromm’un kitabında yer verdiği: 
hiçbir şeyi bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez,
hiçbir şey yapmayan, hiçbir şey anlamaz
hiçbir şey anlamayan değersizdir.
Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır ve görür...” der. Fromm burada insanın önce bilgilenip fark etmesi gerektiğini dile getirir. Bilen, fark eden ve anlayan insan, ‘sanatı icra etme’ boyutuna erişir. Bizlerin sevgi konusunda bu kadar eksik olmasının nedeni de sevgi hakkında hiçbir bilgimizin olmamasından kaynaklıdır. Bu bilgisizlik konusunda Meriç’in bahsetmiş olduğu ana kaosun nedenine tekrar bakacak olursak, bilgisizlik sonucu insanın eşyaya yüklemiş olduğu sevgi adını verdiği bir tablo vardır. Bu tablonun adı da “sevgiye karşı örülen yıkılmaz duvarlar”dır. Basit bir örnek vermek gerekirse, biyoloji ile ilgilenmeyen birisi, kendi vücudunun işleyişi hakkında veya doğadaki işleyiş hakkında bir bilgiye sahip olmadığı için, gerçek sanatçının insanda ve doğada kurmuş olduğu muazzam düzeni fark edemez ve bu yüzden ne doğayı sevebilir ne de kendini. Oysa insan, birazcık dönüp doğaya baksa, gördüğü ve duyduğu şeyler karşısında hayranlık hissinden kaynaklı bir sevgi besleyecektir yaratıcıya karşı. Ama insanın bilmediğine düşman olma eğilimi devam etmektedir. Sevme Sanatı’nı bilmeyen insan ördüğü duvarlarla, sözde seviyorum dediği insanı her gün biraz daha öldürmektedir. Can Yücel’in şiirinde bir gece ansızın aştık sevgi duvarını dediği o duvarları yıkarak sevmeyi öğrenebilmeliyiz. İlk olarak bir çiçeği severek başlayabiliriz, sonra masmavi gökyüzünü, sonra bir gece ansızın aklımıza düşen ve düştüğü yerden asla kalkmayı bilmeyen bir insanı gerçekten sevebilmeyi deneyebiliriz, ama ilk önce o duvarı yıkarak başlamalıyız; ve, bir gece ansızın. Sonrası kolay. Seven insan sevdiğinin neden en rezil haline katlanmasın-ki-, neden sevdiğine tahammül etmesin-ki-, neden güvenmesin-ki-. Bilmediğimize düşman olmak yerine, sevmek sanatını öğrenerek başlayalım bu hayata. Belki o zaman bazı şeyler başka olur, mesela üstümüzden bir at geçer ve hep beraber yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek; dilek tutarız.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu