Voltaire, zamanın içinde ve zamanına muvazi olarak gelişmiş, değişmiş bir düşünce adamı olduğu için, yaptığı tesir kadar da kendisi, devrinin mahsulüdür. Hayatının her merhalesi ayrı ayrı, devrinin inkişaf merhalelerine karşılıktır. Daha aile muhitindeyken asrının hususiyetini teşkil eden zevkler edindiği gibi, orta tahsil çağında, yine muhitinden, Louis - Le Grand lisesindeki Cizvit idaresinden, güçlükler karşısında eğilmesini, nezaket ve inceliği öğrendi. Voltaire’i okurken devrini hatırlamamak kaabil değildir.
XVII. yüzyılda, otorite ihtiyacından doğma asiller sınıfı yanında, ticaretin gelişmesi neticesi burjuva sınıfı da yer almağa başlamıştı. XVIII. yüzyılda servet birikmesi, saray lüksü ve israflar, ister istemez bir de sefiller sınıfının meydana gelmesine yol açtı. Bu sınıf eskiden de vardı ama, durumunu tevekkülle kabul ederdi. Bu defa, homurdanan bir kitle halini aldı. Maliyecilerin, mürabahacıların çevirdiği dolaplar; asillerin kendi dünyaları dışına gösterdikleri ilgisizlik, bu sınıflar arasında kat’i çizgiler belirtti. Ayrılık, asrın sonunda, gırtlaklaşmaya, ihtilâle döndü. Halkı bölen, sadece içtimai sebepler değildi. Din adamlarının o çağa kadar ellerinde tuttukları otorite de artık sarsılmaya başlamıştı.
XVIII. yüzyılın belli başlı muhit ve müesseseleri arasında kiliseleri de zikretmek gerekir. Gerçi kilise, yüzyılın başından beri zayıflıyordu. Fakat zayıflayan, kilisenin otoritesiydi. Yoksa kilise mensuplarının çoğu, cemiyet hayatında tesirli mevkideydiler. Hatta onlar da asrın ilmi faaliyetlerine katılıyorlardı. Sanat hayatına da ortaktılar. Aralarından değer fikir ve sanat adamları yetişmişti.
XVIII. yüzyılın bir özelliği de, eserle yazarın münasebet noktasındadır. Yazarlar, şu veya bu sebepten dolayı, ekseriya eserlerine imzalarını atmıyorlardı. Herkes, o eserin kime ait olduğunu biliyordu ama, görünüşte eserin yazarı, kanun karşısında meçhul kalmış olabiliyordu. Bu adetten en çok faydalananlardan biri Voltaire’dir. Ancak, bu usul bile, onu takipten kurtaramamıştır. Üstelik, tabiler, yazar razı olsun olmasın, eserini basabilirlerdi. Yahut, yazar, isimsiz bastırdığı eser mesuliyet getirecek olursa, onu inkâr edebiliyordu. O asırda, yazıların karşılığı olarak telif hakkı diye bir şey pek bahis konusu değildi. Yazarlar ya zenginlerin himayesinde (Rousseau gibi), ya kendileri servet sahibi olmakla, yahut mali spekülasyonlarla (Voltaire gibi) geçinirlerdi.
Devrin fikir hayatı, hemen hiç dinmek bilmeyen bir karşılıklı mücadeleden, araştırmadan, geniş bir ansiklopedi faaliyetinden hız alıyordu. Nizam baskısı, fiilen reddedilmişti. Tek bir nizam vardı: Tabiat kanunlarının düzeni, insan ruhu, yerine cemiyet meselelerine bırakmıştı. Her şeyden çok akla ve zekâya inanılıyordu. Şiddetli münakaşalar, her şeyi aklın kontrolünden geçirerek kabul etmek arzusu, dindeki nasçılığı körletti. Siyaset alanında ehliyetsizlik, açlık, ağır savaş vergileri, mali darlıklar, mutlak değerlerin temelini sarsarken yerine akla inanı, aklın otoritesine itaati getirdi. Deneysel ilimlerin kuruluşu bu yolda en belli başlı kazançtır. Kanunları tabiatta, gerçekte arama alışkanlığı, deneysel ilimlerden sosyal ilim olan tarihe tatbik edildi. Fikir hürriyeti, düşüncenin her sahaya dağılarak kuvvetini denemesi gibi ileriliklere karşı, edebiyatta umumi bir gerileme, yahut hamle yokluğu görülür. XVIII. yüzyıl sanatçıları, eskiler kadar olgun ve içi dolu eserler ortaya koymamaktadır. Olanlar da, bir evvelki yüzyıldakilerin gölgesi kabilindedir (M. Braunschvig: Notre Litterature etudiee dans les textes, II).
Kaynak (Doğrudan Alıntı):
Güvemli, Z. (1954). “Voltaire (Hayatı, Sanatı, Eseri)”, İstanbul: Varlık Yayınları, ss. 3-7.
Editörün Notu (Tenâkuz):
1694 yılında doğan ve hayata 30 Mayıs 1778 yılında veda eden Voltaire, hayatında ve eserlerinde ‘gerçeği bulma’ endişesi yaşar. İşte bu durum Voltaire için, ‘eserleriyle yaşadı ve eserlerini mücadelesinde tattı’ diyebilmemize kapı aralar. O dönemlerde ve çeşitli eserlerde dikkatleri çeken ilk unsur, eserlere yönelik imtiyazların henüz sunulmamasından dolayı, Voltaire eserlerinin özellikle de bazı kişilerce doğrudan alınarak kendileri tarafından yazılmış eserler gibi gösterilmesine neden olur. Gerçek anlamda ilk imtiyazın, 1846 yılında “Venedik Tarihi” isimli bir esere verilmesi, bu dönemlerden önceki yazarların çizgilerini ayırt etmeyi zorlaştırır. Voltaire eserlerini ortaya koyarken, çeşitli alanlarda eserler vermiş, bir kadını, başka bir adamı çok sevdiğini bilse bile sevmeye devam etmiş (“her şeyi hoşgörmesini bilir bir feylesof gibi”), Fransızları din ve siyaset hakkındaki kanaatleri üzerinde düşünmeye sevk etmiş ve mücadele göstergesinde Fransa için çok çalışmıştır. Bu durum ile beraber Voltaire, mücadelenin öğrenilebileceği ‘ilk kişilerden biri’ olması yönüyle de önemlidir. Güvemli (1954) tarafından hazırlanan bu çalışma içerisinde de sizleri, özellikle de eserlere yönelik ifadelerin dünya diline denk düşürmek istedik, okuma sırasında söz konusu sınırlılığı bu yönde değerlendirilebilirseniz seviniriz, saygılar.
Yorumlar
Yorum Gönder