Ana içeriğe atla

SÜLEYMAN MABEDİNDE BİR ÇATLAK DUVAR - SAMİ MERCİMEK


- ...SÜKÛNET VE KARANLIK... -
Yüzyıllar süren fakat zamanı ayırt edecek hiçbir şey olmadığı için yok gibi geçen zamana dair olan, sükûnet ve karanlık...
Bir bilincinin olmasının, bir benliğinin olmasının anlamsızlaştığı o karanlık... İşte oradan geliyorum. Ben kimdim bilmiyordum. Adım sanım yoktu. Vardım. Var olmuştum bir şekilde. Adını bilmediğim bir gizemin koynunda günlerce, aylarca ve hatta yıllarca beklemiştim. Var mıyım ya da yok muyum, benden başka da bir bilen yoktu. Ben; bendim. Bunu bildim asırlarca, toprağın altındaki karanlık bir kundakta. Böyle geçen onca zamandan sonra, bazen de rüzgârı hissederdim; başımın tepesini süpürürdü sürekli. Hafif hafif ve ese ese eşelerdi tepemdeki toprak yığını. En sonunda göz kapaklarımdaki toprağı süpürünce bu rüzgâr, görür oldum en tepesinde durduğum dağı. Bu dağ, uçsuz bucaksız bir ovanın en orta yerinde dikili bir kazık gibi yükseliyordu tüm heybetiyle. Ben ise asırlardır onun en tepesinde bekliyormuşum, bir anda gerçeğine ulaşıyorum. Işığın, seslerin, görüntülerin garantisinde bildim ki; var olmakta yalnız değildim. Bu karanlıktan sıyrılıp kavuştuğum aydınlıklar, sesler ve görüntülerin varlığı mutlu etti beni. Benden başka var olanların varlığını bilmek neşe katmıştı bana. Uzunca bir süre bu sevinçle geçti zamanım.
Rüzgârın tenime değdiği anın tadını alıyor, ötüp uçuşan kuşları, bir dost hüznüyle gelip geçen bulutları, dağın yamaçlarında dolanan hayvanları seyre dalıyordum. Ve seyre dalmış bir benlikte, bir yüzyıl böyle geçti. Öğrendim ağaçları, ağaç kakanları, ceylanları, karıncaları, kırk ayakları..., ovadaki tüm hayvanları ve nebatatı. Derken uzun bir gecenin sabahıydı. Güneş dağın koynundan çıkıp yükseliyordu gökyüzüne. İki varlık beliriverdi yanımda. Ovadaki hiçbir canlıya benzemiyorlardı. Biri, elleri saydığım uzuvlarıyla tenimde el gezdiriyordu. Diğeri ise anlamadığım sözlerle bir şeyler mırıldanıyordu. Güneş kuşluk vaktine yaklaştığında, tenimde el gezdiren, olduğum yerden söktü beni. Sırtladı tüm yükümü. Beni, sökülmekten çok, çakılı olduğum yerdeki boş kalan çukurun gizemi heyecanlandırdı. Bunca zamandır kapladığım derinlik, dünyaya göz açtığım yerdi burası. Tüm bu geniş ovada benim saydığım, ‘ben’ kabul ettiğim yerdi burası. O varlığın sırtında, kendim bildiğim yerden yavaş yavaş uzaklaşırken gökyüzüne doğru, bunca zaman sonra kaçındığım o soru yine beni buldu. O boşluk ben değildim. Ben şuan buradaydım. Ait hissetmekle kaçınmıştım yine o sorudan. Ve ama işte aklımdan çıkmayan ilk ve son soru; ‘Ben Kimdim?’
Yolculuğumuz devam ediyordu. Önce dağdan, sonra o güzel ovadan uzaklaştık. Nice nice dağları, ovaları aştık. Üzerinde kuşların uçuştuğu, masmavi toprağı kımıl kımıl hareket eden serin yerlerin üstünden geçtik. En nihayetinde sapsarı toprakların olduğu bir yere indik. Burada, beni taşıyan varlıklar ve bana benzeyen bir çokları vardı. Yine bir sevinç kaplamıştı içimi. Sağıma soluma sesleniyor. Bana benzeyen diğerlerine sesimi ulaştırmaya çalışıyordum. Ne kadar mutluydum. Şimdi sesime kulak verecek ve bana; beni/bizi anlatacaklardı. Hâlâ o varlığın sırtındaydım fakat, ne yazar. Ah biri bir sesimi duysa. İçimi kemiren bu suali sonlandırmak işten bile değildi. Fakat ses seda yoktu. Sesimi ya duymuyordu kimse ya da onlarda bilmiyordu bu cevabı. Bu iri cüsseli varlıkların ve bana benzeyenlerin arasından bir an bir şeyi, yani birini gördüm. Bu heybetli varlıkların ve kayaların arasında epey küçük duruyordu. Pırıl pırıldı üstü başı. Sırtında olduğum ve bize refakat eden varlığa doğru yaklaştı.
İndir şu körpe kayayı ifrit” dedi. Duyduklarıma inanamadım. İlk defa sesini anladığım biri vardı. Çok mırıltılar, ötüşmeler, sesler duydum lakin hiçbiri benim için anlamlı sözler değildi. Benim sesimden başka anlamlı gelen bu sesin varlığı beni benden almıştı. Dediği gibi beni yere indirdi ifrit ve kenara çekildi. Yavaş yavaş bana doğru yürümeye başladı o kişi. Büyük bir heyecan kapladı içimi. Dibime geldi ve şöyle dedi: “Ne kadar da güzel bir rengin var.” Evet! Evet! Bunu bana bakarak söyledi. Benim ise ilk sorduğum soru şu oldu: “Ne olur, ne olur bana söyle ben kimim?” Tebessüm etti o yorgun yüzüyle: “Sen Rabbin bu alemde var ettiği kayalardan birisin. Bir görev için buradasın. Ben Süleyman. Burası da beni, seni, seni buraya getiren ifritleri yani her şeyi var eden Rab için yapılan bir mabed. Senin varlığınla bu mabed bir şekil kazanacak. Bu güzel renginle Rabbin sanatını göstereceksin her varlığa. Bunu ister misin?” dedi. O bunları söylerken, neşe, sevinç, hüzün aynı anda dalgalanıyordu içimde. Özümü bulmuştum sonunda. Buldum. Buldum. Buldum...  Evet dedim içimden ve o da duydu. O günden epey bir sonra sürekli beni şekillendirmeye uğraştılar. Yonttular, biçim verdiler her yanıma. Diğer kayalar da aynı işlemi görüyordu. Mabedin bir köşesinde bekliyorduk sırayla. Bu süreçte diğer kayaları yerleştirdiler yıllarca duvara, en sonunda sıra bana gelmişti. Süleyman da avlunun ortasında duruyordu. Kaldırmışlardı beni ve boş kalan köşeye doğru yavaşça yerleştiriyorlardı. Fakat bir şey oldu, Asasına dayanan Süleyman bana doğru bakıp bir şeyler söyledi ve yavaşça düşüverdi yere. Olayın heyecanından ifritler beni düşürdü. Tam ortamdan bir çatlak açıldı bağrımda. Aynı anda kayboldular ifritler de bir daha gelememek üzere. Aradan günler sonra Süleyman’a benzeyenler geldi. Onu götürdüler ve yıllar boyunca mabedi tamamlamaya uğraştılar. İlk yaptıkları iş çatlak yanımdan ötürü beni başka bir duvardaki köşeye koymak oldu. Ama onlar konuşmuyorlardı. Onlara Süleyman'ı sordum cevap vermediler. Hatta bağırdım çağırdım, ama ses yoktu. Aylarca ağladım Süleyman’ı ve onu ilk gördüğüm ânı hatırladıkça. Bildim bildim kim olduğumu ama içim kani değildi. Kim olduğumu bilmek yeter gelmiyordu artık bana, Süleyman’ın varlığına güvenerek bir çok soruyu düşünmüyordum. Ama o artık yoktu. Onun yokluğunda, beni var eden Rabbi, dünyayı düşündüm hep. Nice yağmurlar yağdı, nice toz fırtınaları değdi sineme;
Çatlağımdan sızlıyordu içim ve Süleyman’ın sessiz neslini seyirle geçiyordu zaman.
Ama bir sessiz yalnızlık vardı; sürekli içimde.
Derken ey canımın içi
Çatladığım yerden hissettiğim sızının sahibinin kim olduğunu anladım.
Sendin.
Nerden geldiğini nasıl bağrıma girdiğini bilmiyordum ama filiz vermiştin işte içimde.
Her geçen gün daha bir kök saldın bağrıma biriciğim.
Ve köklerinden hayat aşıladın bana,
Evet şimdi bildin hikâyemi,
Tüm suallerin ortasında yalnız olmak,
Ve asıl suallerine cevap bulamamak belki de hepimizin kaderi.
Ama senin bağrımda bitmenle bir dağın bağrında varolmamın aynı zanaatkârın hamleleri olduğu anlaşılıyor.
Anlıyorum ki bu yalnızlığın yazıldığı bir an bağrımda varolmana karar verildi.
Anlıyorum ki her şey, bu duvarda özümde sorular, bağrımda ‘sen’ dikilmem içindi,
Süleyman’ın yere süzülmeden önce söylediği sözleri şimdi anlıyorum,
Hayat bir vuslatı bekletecek kadar kıymetliymiş...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BALZAC ESERLERİ: RESMİ ‘KOMEDYA’

Balzac her şeyden önce, devrinin adamı olmuştur. Ne tarih, ne de pek moda olan esatir onu, etrafında kaynaşan insan kütleleri kadar teshir edememiştir. Tabiat güzellikleri karşısında pek fazla bir heyecan duymayan muharrir, insanla alâkalı her şeye derin bir tecessüsle bağlıydı. Hayatın akışı içinde karakteristik olan hiçbir şey onun gözünden kaçmazdı. Bilâkis, herkes için en alelâde, en mânasız sayılan şahıslarda, vaziyetlerde, derin mânalar görmesini ve göstermesini bilirdi. Hiçbir sınıfın ve hiçbir zümrenin, mümessili olmamıştır. Cemiyetin bütün tabalarına mensup her türlü insanlar, onun nazarında, aynı derecede merakla tetkike değer birer mevzudur. Ve cemiyet karşısında âzami hadde varan bu objektifliği sayesinde, bütün bu cemiyetin tahlilini yapmaya, devrini bütün hususiyetleriyle eserinde yaşatmaya muvaffak olmuştur. Dante’nin “ İlahi Komedya ”   eserine nazire olarak “ Beşerî Komedya ” ismi altında birleşmiştir. Her romanı müstakil bir birlik olmakla beraber bunların he...

ADRESİNİ BULAMAMIŞ YOLCULAR: MEKTUPLAR - MÜZDELİFE YILMAZ

Mektuplar; adresini bulamamış yolcuları, her satırı adresine ulaşamamış yolculukları ‘kelimeleri’ ile taşır. Gönderenin belli olmadığı, alıcısının belirtilmediği ve adresinin bilinmediği hikâyeleri yansıtır. Gönderenin kimi zaman şikâr kimi zaman aşikâr olduğu, bir türlü adresini bulamayan yolculukların yolcuları... Mektuplar... Ah mektuplar... Tez ulaşan kara haberler, fakat bir türlü ulaşılamayan vuslat haberler yığınıdır. Ahh siz mektuplar: Yazdıkça ilmek ilmek dokunan parmakların nakışları, okudukça kalbe çuvaldızı batıran kara kara kelimeler ve okudukça kuşların sevincini konduran, baharın coşkusunu, kır çiçeklerini umut ezgilerini söyleyen kelimeler yığını... Kalbin kalemle dile geldiği sırlar, gözlerin satırlara akıttığı hasretin gözyaşları... Cephede aylardır ana hasreti çeken Mehmetlerin, ekmek parası diye gittiği yeri kendine yurt edinse de kendi vatanının hasretini çeken Ahmetlerin, yetim bir Zehra’nın, yüzünü dahi hatırlamadığı ve huzurevlerine terkedilmiş Ayşe, Fatma, H...