- ...SÜKÛNET VE KARANLIK... -
Yüzyıllar süren
fakat zamanı ayırt edecek hiçbir şey olmadığı için yok gibi geçen zamana dair
olan, sükûnet ve karanlık...
Bir
bilincinin olmasının, bir benliğinin olmasının anlamsızlaştığı o karanlık...
İşte oradan geliyorum. Ben kimdim bilmiyordum. Adım sanım yoktu. Vardım. Var
olmuştum bir şekilde. Adını bilmediğim bir gizemin koynunda günlerce, aylarca
ve hatta yıllarca beklemiştim. Var mıyım ya da yok muyum, benden başka da bir
bilen yoktu. Ben; bendim. Bunu bildim asırlarca, toprağın altındaki karanlık
bir kundakta. Böyle geçen onca zamandan sonra, bazen de rüzgârı hissederdim; başımın
tepesini süpürürdü sürekli. Hafif hafif ve ese ese eşelerdi tepemdeki toprak
yığını. En sonunda göz kapaklarımdaki toprağı süpürünce bu rüzgâr, görür oldum
en tepesinde durduğum dağı. Bu dağ, uçsuz bucaksız bir ovanın en orta yerinde
dikili bir kazık gibi yükseliyordu tüm heybetiyle. Ben ise asırlardır onun en
tepesinde bekliyormuşum, bir anda gerçeğine ulaşıyorum. Işığın, seslerin,
görüntülerin garantisinde bildim ki; var olmakta yalnız değildim. Bu
karanlıktan sıyrılıp kavuştuğum aydınlıklar, sesler ve görüntülerin varlığı
mutlu etti beni. Benden başka var olanların varlığını bilmek neşe katmıştı
bana. Uzunca bir süre bu sevinçle geçti zamanım.
Rüzgârın
tenime değdiği anın tadını alıyor, ötüp uçuşan kuşları, bir dost hüznüyle gelip
geçen bulutları, dağın yamaçlarında dolanan hayvanları seyre dalıyordum. Ve
seyre dalmış bir benlikte, bir yüzyıl böyle geçti. Öğrendim ağaçları, ağaç kakanları,
ceylanları, karıncaları, kırk ayakları..., ovadaki tüm hayvanları ve nebatatı. Derken
uzun bir gecenin sabahıydı. Güneş dağın koynundan çıkıp yükseliyordu gökyüzüne.
İki varlık beliriverdi yanımda. Ovadaki hiçbir canlıya benzemiyorlardı. Biri,
elleri saydığım uzuvlarıyla tenimde el gezdiriyordu. Diğeri ise anlamadığım
sözlerle bir şeyler mırıldanıyordu. Güneş kuşluk vaktine yaklaştığında, tenimde
el gezdiren, olduğum yerden söktü beni. Sırtladı tüm yükümü. Beni, sökülmekten
çok, çakılı olduğum yerdeki boş kalan çukurun gizemi heyecanlandırdı. Bunca
zamandır kapladığım derinlik, dünyaya göz açtığım yerdi burası. Tüm bu geniş
ovada benim saydığım, ‘ben’ kabul ettiğim yerdi burası. O varlığın sırtında,
kendim bildiğim yerden yavaş yavaş uzaklaşırken gökyüzüne doğru, bunca zaman
sonra kaçındığım o soru yine beni buldu. O boşluk ben değildim. Ben şuan buradaydım.
Ait hissetmekle kaçınmıştım yine o sorudan. Ve ama işte aklımdan çıkmayan ilk
ve son soru; ‘Ben Kimdim?’
Yolculuğumuz
devam ediyordu. Önce dağdan, sonra o güzel ovadan uzaklaştık. Nice nice
dağları, ovaları aştık. Üzerinde kuşların uçuştuğu, masmavi toprağı kımıl kımıl
hareket eden serin yerlerin üstünden geçtik. En nihayetinde sapsarı toprakların
olduğu bir yere indik. Burada, beni taşıyan varlıklar ve bana benzeyen bir
çokları vardı. Yine bir sevinç kaplamıştı içimi. Sağıma soluma sesleniyor. Bana
benzeyen diğerlerine sesimi ulaştırmaya çalışıyordum. Ne kadar mutluydum. Şimdi
sesime kulak verecek ve bana; beni/bizi anlatacaklardı. Hâlâ o varlığın
sırtındaydım fakat, ne yazar. Ah biri bir sesimi duysa. İçimi kemiren bu suali
sonlandırmak işten bile değildi. Fakat ses seda yoktu. Sesimi ya duymuyordu
kimse ya da onlarda bilmiyordu bu cevabı. Bu iri cüsseli varlıkların ve bana
benzeyenlerin arasından bir an bir şeyi, yani birini gördüm. Bu heybetli
varlıkların ve kayaların arasında epey küçük duruyordu. Pırıl pırıldı üstü
başı. Sırtında olduğum ve bize refakat eden varlığa doğru yaklaştı.
“İndir şu körpe kayayı ifrit” dedi. Duyduklarıma
inanamadım. İlk defa sesini anladığım biri vardı. Çok mırıltılar, ötüşmeler,
sesler duydum lakin hiçbiri benim için anlamlı sözler değildi. Benim sesimden
başka anlamlı gelen bu sesin varlığı beni benden almıştı. Dediği gibi beni yere
indirdi ifrit ve kenara çekildi. Yavaş yavaş bana doğru yürümeye başladı o
kişi. Büyük bir heyecan kapladı içimi. Dibime geldi ve şöyle dedi: “Ne kadar da güzel bir rengin var.” Evet!
Evet! Bunu bana bakarak söyledi. Benim ise ilk sorduğum soru şu oldu: “Ne olur, ne olur bana söyle ben kimim?” Tebessüm
etti o yorgun yüzüyle: “Sen Rabbin bu
alemde var ettiği kayalardan birisin. Bir görev için buradasın. Ben Süleyman.
Burası da beni, seni, seni buraya getiren ifritleri yani her şeyi var eden Rab
için yapılan bir mabed. Senin varlığınla bu mabed bir şekil kazanacak. Bu güzel
renginle Rabbin sanatını göstereceksin her varlığa. Bunu ister misin?”
dedi. O bunları söylerken, neşe, sevinç, hüzün aynı anda dalgalanıyordu içimde.
Özümü bulmuştum sonunda. Buldum. Buldum. Buldum... Evet dedim içimden ve o da duydu. O günden
epey bir sonra sürekli beni şekillendirmeye uğraştılar. Yonttular, biçim
verdiler her yanıma. Diğer kayalar da aynı işlemi görüyordu. Mabedin bir köşesinde
bekliyorduk sırayla. Bu süreçte diğer kayaları yerleştirdiler yıllarca duvara, en
sonunda sıra bana gelmişti. Süleyman da avlunun ortasında duruyordu. Kaldırmışlardı
beni ve boş kalan köşeye doğru yavaşça yerleştiriyorlardı. Fakat bir şey oldu, Asasına
dayanan Süleyman bana doğru bakıp bir şeyler söyledi ve yavaşça düşüverdi yere.
Olayın heyecanından ifritler beni düşürdü. Tam ortamdan bir çatlak açıldı
bağrımda. Aynı anda kayboldular ifritler de bir daha gelememek üzere. Aradan
günler sonra Süleyman’a benzeyenler geldi. Onu götürdüler ve yıllar boyunca
mabedi tamamlamaya uğraştılar. İlk yaptıkları iş çatlak yanımdan ötürü beni
başka bir duvardaki köşeye koymak oldu. Ama onlar konuşmuyorlardı. Onlara
Süleyman'ı sordum cevap vermediler. Hatta bağırdım çağırdım, ama ses yoktu. Aylarca
ağladım Süleyman’ı ve onu ilk gördüğüm ânı hatırladıkça. Bildim bildim kim
olduğumu ama içim kani değildi. Kim olduğumu bilmek yeter gelmiyordu artık
bana, Süleyman’ın varlığına güvenerek bir çok soruyu düşünmüyordum. Ama o artık
yoktu. Onun yokluğunda, beni var eden Rabbi, dünyayı düşündüm hep. Nice
yağmurlar yağdı, nice toz fırtınaları değdi sineme;
Çatlağımdan
sızlıyordu içim ve Süleyman’ın sessiz neslini seyirle geçiyordu zaman.
Ama bir sessiz yalnızlık vardı; sürekli
içimde.
Derken ey canımın içi
Çatladığım yerden hissettiğim sızının
sahibinin kim olduğunu anladım.
Sendin.
Nerden geldiğini nasıl bağrıma girdiğini
bilmiyordum ama filiz vermiştin işte içimde.
Her geçen gün daha bir kök saldın bağrıma
biriciğim.
Ve köklerinden hayat aşıladın bana,
Evet şimdi bildin hikâyemi,
Tüm suallerin ortasında yalnız olmak,
Ve asıl suallerine cevap bulamamak belki
de hepimizin kaderi.
Ama senin bağrımda bitmenle bir dağın
bağrında varolmamın aynı zanaatkârın hamleleri olduğu anlaşılıyor.
Anlıyorum ki bu yalnızlığın yazıldığı bir
an bağrımda varolmana karar verildi.
Anlıyorum ki her şey, bu duvarda özümde
sorular, bağrımda ‘sen’ dikilmem içindi,
Süleyman’ın yere süzülmeden önce söylediği
sözleri şimdi anlıyorum,
Hayat bir vuslatı bekletecek kadar
kıymetliymiş...
Yorumlar
Yorum Gönder