İsimler geçiyor ömrümden, yazıldıkları anları bilmediğim isimler. Hani bir sorsam kalbimin satır aralarına, anlatacaklar bana öykülerini bir bir…
Ama nedir benim bu kulaklarımdaki ağırlık?
Böyle başlıyordu hikâyem. Bir yorgunluğun adıyla. Hani Âdem’e önce isimler öğretilmişti, anlamları daha sonra yaşatılmıştı ya, işte ben, yani ömrün bir yamacındaki ulak, bir anda irkiliverdim isimlerin perde arkasındaki anlamlarıyla karşılaştığımda. Bildiğimi sandığım anlarda, aslında hep, bilmediğimle var olmuşum. Var oluşumun bu asli sırrına vakıf olduğumda, farkına vardım kulaklarımdaki ağırlığın ve belki de ruhumdaki ağırlığın.
Hani Âdem önce ağızdan dökülüşünü bildi ya ayrılığın. Hani Havva’yı önce sadece ismiyle tanıdı ya. Ölüm kelimesini telaffuz edince acı bir tebessüm yayıldı ya yüzüne ilkin. Ama bilmedi Havva’yı, yeryüzüne inip de onu yıllarca arayana değin, arayıp da buluncaya değin, bilemedi Havva’sını. Bilmedi ayrılığın acı tadını, cennetteki ağaçların gölgesi altındaki meleklerle sohbetini acı bir yutkunmayla hatırlayıncaya değin. Ve bilmedi, bir gün aniden, Hâbil’ini kaybedinceye değin ölümün rengini. Şimdi ben, bilmeyen yanımla müsemma olan ben, en nihayetinde Âdem’den bir parça değil miydim? Nasıl görebilirdim, perde arkasındaki hakikatleri.
Bir gün ağladıklarına, gün gelince gülebiliyormuşsun. Sokağına düşen ışıkları aydınlık sanarken, gecenin kucağında olduğunu unutabiliyormuşsun. Bir babanın gözlerinin kenarına düşen çizgilere yabancı kalabiliyormuşsun. Her gece bir mucize beklerken pencerene düşen ay ışığına körleşebiliyormuşsun. Aynen öyle de, Âdem de tanışınca ölümün rengiyle, bu kelimeyi öğrendiği ilk gün yüzüne yayılan acı tebessümün ne olduğunu anladı. Kavradı teslimiyetin ne demek olduğunu. Ve belki de toprağın rengini ilk kez sevdi. Cenneti unutmamak için toprakla haşır neşir olmak gerekirmiş, anladı. Ve bir sözünü miras bıraktı çocuklarına: ‘Ölüm var... Sakın unutmayın!’.
İşte bu sözü duyan ben, ancak anlamına vakıf olabildiğim bir günde, bildim görmeyen yanımın ne çok olduğunu. Görmezken bildim sandığım yanımın ne çok olduğunu. Ve işte ancak o zaman fark edebildim toprak renginin ne güzel olduğunu. Ama Âdem’den bir parçaydım ya sonuçta. Hatırlamalar kadar unutmalar da kader bizim için. Ancak tekrar tekrar hatırlamak da vacip bizim için. Ve hatırladım; temiz hayatı yaşamak değil, hayatı temiz yaşamak zor olan. Kendimizi tanımlamak için bir sıfata meyletmemiz hep bundan.
Haramlarla helallerin yer değiştirdiği bu dünyada, üstelik bir de yalnızlık varsa işin ucunda, özneleşmeye mahkûm oluyoruz sanki. Sıfatlarla avunuyoruz. Hayatın kitaplardaki gibi olmadığını görünce ben, okurken de okumazken de olmuyorken ve bu kadar acı gerçekle karşılaşmışken, anladım birden yangının ne demek olduğunu. Bir cümle kadar çok şey anlatır bir kuşun cıvıltısı.
Sadece sözler okunmaz, rüzgârın sesi de okunurmuş, hatırladım. İnsan halleri de bir kitapmış, anladım. Yaşanmışlıklar koca bir destanmış meğer. Bunca ayrılıklar tek bir vuslat içinmiş. Aslını kaybeden neyi bulabilir ki? Ruhunun ardını unutan neye varabilir ki? Her şey tek bir Hakk’a varabilmek için, hatırladım.
Şimdi, bildim dillerimin yorgunluğunu. Bildim sözlerimin yorgunluğunu; ‘ve insan aldandı...’
Yorumlar
Yorum Gönder