Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

MASUMİYETİ YIRTILAN ‘DELİ GÖMLEKLERİ’ - İLTÜZER OKAN

Mutluluğun bir masumiyeti var mıdır yoksa tüm mutluluklar masum mudur? Mutluluk hali, üzgün olma hali ya da kızgınlığı en derinden hissedebilme dinginliği, hepsi tüm insanlığın ortak hisleridir. O zaman ortak hisler olduğunu bildiğimiz duygular ile ilgili düşündürücü bir nokta vardır; herkesin hissettiği mutluluk aynı mutluluğun değişmez lezzeti midir? İşte tam olarak bu soruların kıskacında mutluluğun masumiyet ifadesi konuya bir ayraç koymaktadır. Burada Gogol’ün delisinin, “ bence bu dünyadaki en masum mutluluk sebeplerinden biri; duygularını, düşüncelerini ve fikirlerini başkalarıyla paylaşabilmektir ” ifadesi insana, mutluluğun da lezzet farkları olduğunu ve masum bir mutluluğun en yoğun duygu hali olduğunu düşündürüyor. O halde mutluluktaki masumluk zirvesini yakalamak için bu duyguya hangi delilik gömleğinin geçirileceği değerlendirilmelidir. Ve gömleğin kumaşları da namus, şeref, onur, erdem, fazilet, ahlak... Bunlardan dikilen her gömleğin yırtılması bu kaidelerin ‘dışı

VOLTAİRE: HAYATI VE SANATI

Voltaire, zamanın içinde ve zamanına muvazi olarak gelişmiş, değişmiş bir düşünce adamı olduğu için, yaptığı tesir kadar da kendisi, devrinin mahsulüdür. Hayatının her merhalesi ayrı ayrı, devrinin inkişaf merhalelerine karşılıktır. Daha aile muhitindeyken asrının hususiyetini teşkil eden zevkler edindiği gibi, orta tahsil çağında, yine muhitinden, Louis - Le Grand lisesindeki Cizvit idaresinden, güçlükler karşısında eğilmesini, nezaket ve inceliği öğrendi. Voltaire’i okurken devrini hatırlamamak kaabil değildir. XVII. yüzyılda, otorite ihtiyacından doğma asiller sınıfı yanında, ticaretin gelişmesi neticesi burjuva sınıfı da yer almağa başlamıştı. XVIII. yüzyılda servet birikmesi, saray lüksü ve israflar, ister istemez bir de sefiller sınıfının meydana gelmesine yol açtı. Bu sınıf eskiden de vardı ama, durumunu tevekkülle kabul ederdi. Bu defa, homurdanan bir kitle halini aldı. Maliyecilerin, mürabahacıların çevirdiği dolaplar; asillerin kendi dünyaları dışına gösterdikleri ilgi

İSİMSİZ DURAK: SAMAN ÇÖPLERİ - MÜZDELİFE YILMAZ

Kaç kişi bilir  Saman Çöpleri ’nin hikâyesini? Kaç kişi okumuştur, dinlemiştir ya da duymuştur? Sesler hafızamızda bir süre sonra unutulur belki, ama anlatılanların unutulması zaman alabilir. Bende ne zaman ve nerede dinlediğimi hatırlayamadığım bu hikâyeyi -belki bir bakış açısıdır kestiremedim- sizlerle paylaşacağım; “Harmanda arpa, buğday, çavdar biçilmiş, mal sahibinin ihtiyacı olan sap/saman toplanmış ve geriye artık çöp diyebileceğimiz samanlar kalmıştır: Saman Çöpleri. Harmandan geriye kalan Saman Çöpleri’nin her biri bir yaz gününün hafif esen ılık rüzgârında oradan oraya savrulup durmuştur. Kimi Saman Çöpleri toza toprağa karışıp yoğrulurken kimi Saman Çöpleri de kendilerini su üzerinde bulmuştur. Su, boyuna akıp giderken, üzerinde Saman Çöpleri’nin de sayısı artmıştır. Artmıştır artmasına ancak bu artışın getirdiği birlik/kalabalıklık onları her zaman birlik içerisinde ve oldukları yerde tutamamıştır. Kimi Saman Çöpleri akan suyun üzerinde yüzmüş, kimi Saman Çöpleri suy

GÖKYÜZÜ TAVAN - DERYA SARA

Tavanı seyrettiğim üçüncü gündeyim. Tam gözlerimi kapatıp ondan uzaklaşacağım anda, inadına karşısına almak istiyor beni. Ve hem de; anlatamadığı onca şey varmışçasına. Dinlemek istiyorum, “e hadi anlat” diyorum. Alay edercesine karşımda duruyor yalnızca. Korkuyorum bazen onunla yalnız kalmaktan ama kapının gıcırtısı kurtarıyor beni. Önce usulca kol iniyor, gıcırtı duyuluyor ardından üç beş adım sesi... Gerisi yok, hep tavan. Her gelişinde tavanın sessizliğine engel olarak bir şeyler mırıldanıyor bana, duyuyorum. Bazen en sevdiğim şarkıları söylemeye çalışıyor, sesi biraz kötü ama yine de mırıldanıyor. Bazen öyle konuşuyor ki karşılık vermek için kendimi zorluyorum ama yok, yine tavan. Tavana daha fazla direnemiyorum, gözlerim karıncalanıyor... Tavanı seyrettiğim dördüncü gündeyim. Yakınlarda bir pencere olmalı ılık bir rüzgâr gözlerime değiyor sanki. Belki de yanılıyorum, pencere de yok, ve sadece bir klima esintisi. Bir farklılık var bugün tavanda alay etmek şöyle dursun beniml

DELİ-RUH - MERVECAN ORAK

İlk Not:  İki çılgın duygu, bir deli-ruh- . Ağlamak ya da gülmek, vücutta biriken negatif enerjiyi atmayı sağlar: Kahkaha ile gülüp yakıvermek, katıla katıla ağlayıp elmacık kemiklerine süzülen toprak kokusunu salmak... Bir deliliktir ağlamak ve gülmek; Birbirine zıt iki kutup, Görünenden, sanılandan uzak iki çılgın duygu, birbirine bağımlı kalan iki ‘Adaletsiz Ruh’ çatışmasıdır. Merkezine yerleştirdiğimiz ayna, bir de tadı damağımızda kalan zehirli bal. Bir yandan tatlı yanını, diğer yandan zehrini bu karmaşaya borçluyuzdur. Ağlamak zehir olsa gerek: Gülmek ise işin tatlı tarafı belki, belki de en can alıcı noktası zehrinin tat vermesi. Yağmurun hırçınlığı, troposferle çekişmesi, arada kalan bulutun sessizliği, toprağın ara bulup hasret kokusunu salması.. Gökyüzü de bir çeşit ağlamıyor mu? Bir yandan gözyaşı dökerken, diğer yandan toprağın hasret kokusunu salmıyor mu? Güneş bal olsa gerek: Troposferle samimiliği, bulutla haşır neşir, toprakla v

BALZAC ESERLERİ: RESMİ ‘KOMEDYA’

Balzac her şeyden önce, devrinin adamı olmuştur. Ne tarih, ne de pek moda olan esatir onu, etrafında kaynaşan insan kütleleri kadar teshir edememiştir. Tabiat güzellikleri karşısında pek fazla bir heyecan duymayan muharrir, insanla alâkalı her şeye derin bir tecessüsle bağlıydı. Hayatın akışı içinde karakteristik olan hiçbir şey onun gözünden kaçmazdı. Bilâkis, herkes için en alelâde, en mânasız sayılan şahıslarda, vaziyetlerde, derin mânalar görmesini ve göstermesini bilirdi. Hiçbir sınıfın ve hiçbir zümrenin, mümessili olmamıştır. Cemiyetin bütün tabalarına mensup her türlü insanlar, onun nazarında, aynı derecede merakla tetkike değer birer mevzudur. Ve cemiyet karşısında âzami hadde varan bu objektifliği sayesinde, bütün bu cemiyetin tahlilini yapmaya, devrini bütün hususiyetleriyle eserinde yaşatmaya muvaffak olmuştur. Dante’nin “ İlahi Komedya ”   eserine nazire olarak “ Beşerî Komedya ” ismi altında birleşmiştir. Her romanı müstakil bir birlik olmakla beraber bunların hepsi

AHLAT AĞACI - ABDULLAH YÜKSEL

Film adını, bazı yörelerde çakal armudu, çördük, gelinboğan adlarıyla da bilinen eğri büğrü, yendiğinde boğazda yumru etkisi yaratıp yutkunmayı zorlaştıran, şekilsiz yabani bir armuttan alıyor. Tıpkı filmdeki toplumsal irdelemelerin insan üzerinde bıraktığı etki gibi... Gövdesi sert ve dikenli olan Ahlat Ağacı sonbahar gibi olgunlaşır, susuzluğa oldukça dayanıklı olan bu ağaç kurumaya yüz tutsa bile, meyve vermeye devam eder. Sert, çorak arazide yetişen, yerel panoramik manzaraların süsleyicisi olan Ahlat Ağacı’nın başkahramanı Sinan’ın hayırsız babası bu bölgenin çevresindeki herkesin ahlatlar gibi olduğunu söyleyecektir: ” Uyumsuz, yalnız, biçimsiz ” sözleri ile film ismine gönderme yapacaktır. Film, Sinan’ın üniversite eğitimini tamamladıktan sonra toplum gözünde çiçeği burnunda öğretmen adayı olarak görülen, iç dünyasında yazar olma hayalleri kuran, hırslı, arzulu, hoşnutsuz, diplomalı işsiz olarak baba ocağına, dönüşüyle başlıyor. Her Türk genci için baba evi, nereye gidilir

SÜLEYMAN MABEDİNDE BİR ÇATLAK DUVAR - SAMİ MERCİMEK

- ...SÜKÛNET VE KARANLIK... - Yüzyıllar süren fakat zamanı ayırt edecek hiçbir şey olmadığı için yok gibi geçen zamana dair olan, sükûnet ve karanlık... Bir bilincinin olmasının, bir benliğinin olmasının anlamsızlaştığı o karanlık... İşte oradan geliyorum. Ben kimdim bilmiyordum. Adım sanım yoktu. Vardım. Var olmuştum bir şekilde. Adını bilmediğim bir gizemin koynunda günlerce, aylarca ve hatta yıllarca beklemiştim. Var mıyım ya da yok muyum, benden başka da bir bilen yoktu. Ben; bendim. Bunu bildim asırlarca, toprağın altındaki karanlık bir kundakta. Böyle geçen onca zamandan sonra, bazen de rüzgârı hissederdim; başımın tepesini süpürürdü sürekli. Hafif hafif ve ese ese eşelerdi tepemdeki toprak yığını. En sonunda göz kapaklarımdaki toprağı süpürünce bu rüzgâr, görür oldum en tepesinde durduğum dağı. Bu dağ, uçsuz bucaksız bir ovanın en orta yerinde dikili bir kazık gibi yükseliyordu tüm heybetiyle. Ben ise asırlardır onun en tepesinde bekliyormuşum, bir anda gerçeğine ulaşıyo

SAYHA - İLKER SONER

Rüyaları ırmaktan uzak bir yerde, Sokağın ortasında boğulan bir kadın; Mahkûm olmuştu ânın raksına, Hafif kıvırdığı beli ve inceden çıkık kalçasıyla. Sokağa yenik düşmüş kaderiyle, Onlarca çocuk adam ve kadın. Hepsi birer figüran edasıyla, Bu basit ve olmazsa olmaz rolün. En içten icrasıyla, o kadına ve bana Hatırlattılar hayatta olduğumuzu. Belki de sırf bu sebepten; Bir insan için, Koskocaman bir medeniyeti silebilirdim tarihten. Bir sigara yaktım. Odasına girdi kadın. Tanrı ise sigara içmez. Odasını görür, rüyasını bilir kadının. Beni de... Üflemeseydi boğulacağını bildiğimi de Ve beni boğan nefesi de Bilir Tanrı.