İnsanlarda düşünsel sürekliliğini bir “giz” olarak yansıtan ruh, en çok ölümsüzlüğü ile anılmıştır. Ölüm ve hayat ve aşk ve merhamet gibi hakikatlerden her daim başarıyla sağ çıkmayı başaran ruh için; “peki gerçekten de ölümsüz mü” sorusu yöneltildiğinde, bu da soru mu şimdi diye karşılık veren Platon, sesleniyor bizlere. Platon ile ilgilenmiyorum şimdilik, çünkü o; “ruh ölümsüzdür” kavramını içselleştiren, ancak ruhun öldüğünü asla göremediği bir pencereden bakıyor. Bu duruma çok da ses etmiyorum tabii, çünkü günümüzün ya da milyonlarca yıl önceki günlerin birbirleriyle aynı istikamette yol aldığını düşünmüyorum. Yolun gidişatını bile kestirme yollar belirliyor günümüzde, böyle bir yolda ruhun farklı bir yöne kayması olacak bir iş değildir. Özdenören’in yol metaforu bu konuda bizlere ciddi bir temâsül veriyor;
“Kâğıt üzerinde, bir tek yol en kestirme gibi görünse de eğer o en kestirme görünen yol benim yapmak istediklerime cevap vermekten yoksunsa, kestirme diye o yolu seçmenin anlamı kalmamış olacaktır.”
Bizim en büyük sorunumuzda buradan kapı aralar. Belirlenmiş sabit bir yaşam çizelgesinde hayatımızı devam ettirerek ruha yeterince zaman ayıramıyoruz. Böyle bir etkide ise ruh, mevcut halinden daha farklı bir yönü belirler ya da olaylara tamamen tepkisiz kalır. Buna yönelik örneklerin en bariz ve ürkütücü yanı, insanların olaylara karşı tepkisizliğinin her geçen gün artmasıdır. İnsanların ruh kimliklerinde böyle bir durum söz konusu olmamakla birlikte, ruhun böyle olayları görmezden gelmesi de akıl kârı değildir. Peki o halde, ne oldu da bu ruh; sessizliği seçer oldu şimdilerde!
Ruhun sessiz kalışını, insanların sınırsız ölçüde özgürlüğe maruz kaldığında sapıtması ya da anlamsız olanı ortaya koyması olarak da değerlendirebiliriz. Asaf’ın o muazzam şiirinde de belirttiği gibi; “insanın içine düşen korku, özgürlüğünden olmuştur, onarmak zordur” serzenişi, ruhun da özgür kalmasına ya da tutsak edilmesine ortam hazırlar. Bu durumun en bariz örnekleri, cinayet işleyen kişinin olayı normalleştirmesi, cinayeti görenin ise “bize bir şey olmadan aradan kaybolalım” deyişi… Bu durum biraz da; Don Kişot için tedirgin olanların, bir yandan da “ben kendi hesabıma bu işten elimi yıkıyorum” diyerek ortadan kayboluşuna benziyor.
İnsan ruhunun belirli boyutlardan irdelenmesi zordur. Sokrates’in bu yönde anlayışı, “ruhun homojen olmadığı” üzerinedir. Ancak bu durum, ruhun yalnızca belirli bir istikamette olması gerektiğini de ortaya koymaz. Kafka’nın da her daim korktuğu; sınırları iyice çizilmiş bir yaşam ya da belirli bir yoldan sapmama potansiyeli, “insanlık sorumluluğu” kavramından kaçmaya benzer. Gerçekler ya da gerçeküstü nitelendirmeler, acılarımızın metafizik boyutta olduğunu kavramak için yeterli değildir. Aksi halde bu durum; insanın düşüncelerinin, manevi mutluluk için yeterli olduğunu savunan Stoacı görüşünü haklı çıkarır. İnsanın düşüncelerinin yalnızca, kendi hayatındaki acılara ya da mutluluklara değmesi ise, bir Çehov’un bir de benim, çayı karşılıklı içerken kalemimizi kırmamıza neden olacaktır.
İnsan yaşarken ruhunu da yaşatmalıdır. Bu nedenle ruhun sessizleşmesini ya da mevcut durumdan farklı şekillerde davranmasını önlemelidir. Bu nedenle nasıl ki bir makinenin sonsuza kadar düzgün ya da verimli çalışması, bakımlar ile desteklenmesini ya da yenilenmesini gerektiriyor ise, ruhumuz ile de ilgilenmemiz gerekir. Ayrıca ruhun yaşadığı ölçüsü, Çehov’un muazzam görüşü ile denkleşir;
“İsa ağlayarak, gülerek, hüzünlenerek, öfkelenerek, hatta can sıkıntısı çekerek gerçekliğe tepki veren biriydi. Acılara karşı gülümseyerek karşı gelmedi ve ölümü küçümsemedi. Benim yaptığım da işte budur! Acıya karşı bağırarak, gözyaşlarımla cevap veririm. Yapılan alçaklıklara öfkeyle, iğrençliklere ise tiksinti duyarak tepki gösteririm. Bana göre bu, hayatın ta kendisidir.” (Çev. Yulva Muhurcişi)
İnsanın, organik dokularının canlı olduğuna inanması, her türlü uyarıya tepki vermesiyle gerçekleşir. Canlının hayata karşı bakışının basit ya da gelişmiş olduğu, bu pencereden bakıldığında görülür. Diğer bir deyişle; canlının olgunlaşmış bir çiçeğe ya da çiçeğin tohumuna benzemesi, bu yönde tercihini tohum gibi yapmasını ve sürekli işlenmeye elverişli bir toprağa ulaşmasını gerektirir. Aksi halde ruhumuzla barışmamız ya da ruhumuzu tekrardan diriltmemiz mevcut olamayacak, kara delikte bulunan “ölü yıldızlar kümesi” ile eşdeğer nitelikte bulunacaktır.
Kaynak:
Cervantes, M.S. (2017). “Don Kişot”, 19. Baskı, Çev. Reşat Nuri Güntekin, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Çehov, A.P. (2018). “Altıncı Koğuş”, 5. Baskı, Çev. Yulva Muhurcişi, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Yorumlar
Yorum Gönder