Ana içeriğe atla

FELİÇİTA MEHMET: MUTLULUĞUN ÜZGÜN YANI - MUZAFFER BİLSİN


Bugüne kadar birçok insan, birçok düşünür, birçok yazar, birçok alim ve bilgin; mutluluğun formülü hakkında o kadar çok bilgi vermişlerdir ki herkese göre bu mefhumun karşılığı farklı olmuştur. Sokrates’e göre mutluluk; “daha çok olanı aramakta değil, daha azın tadını çıkarma kapasitesine ulaşmakla” olabileceğine, Lao Tzu’ya göre; “mutsuzsan, geçmişte yaşıyorsun, endişeliysen, gelecekte yaşıyorsun, huzurluysan şu anda yaşıyorsun” diyerek bizlere şu anda mutlu ve huzurlu olabileceğimizi, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre mutluluğa karşı sabırsız olduğumuzu şu sözleri dile getirerek; “ona sabrımız yoktur, gelir geçer ömür misali bir an, ansızın” şeklinde bir mutluluk tanımlaması yaptığını ve son olarak ise Yıldız Tilbe ablamızın; “üzülmeyin, belki de mutluluk bizi hak etmiyordur” sözlerini söylediğini görüyoruz. Gördüğünüz üzere daha buraya koyamadığımız o kadar çok mutluluk ile ilgili görüş ve tarif vardır ki, kimisi bizlere hitap ederken kimisi de bizde hiç yer edinememiştir. 
Biraz geçmişe doğru bir yolculuk yaptığımızda, 1980’li yıllarda San Remo müzik festivalinden tüm dünyaya seslenen Al Bano ve Romina Power çiftine ait bir şarkıya hep birlikte göz atalım;
Felicita e tenersi per mano andare lontano.
(Mutluluk, el ele tutuşarak uzun süre yürümektir.)
La felicita e il tou squardo innocente in mezzo alla gente.
(Mutluluk, masum bakışındır insanların arasında.)
La felicita e restare vincini come bambini.
(Mutluluk, yakın durmaktır çocuklar gibi.)
La felicita felicita…
(Mutluluk, mutluluk…)
Mutluluk, mutluluk… Çıktığı dönemde tüm dünyayı kasıp kavuran ve çok dinlenen şarkılar listesinde yerini alan felicitaşarkısı o dönemlerde Türkiye’de de yerini almıştı. Ancak olayın garip bir yanı vardı. Garip olan tarafı ise; kendisinin ‘mutluluk’ ismi ile anılmasını isteyen kişinin veya kişilerin mutluluk ile yakından veya uzaktan hiçbir alakasının olmaması idi. Belki de en büyük ironi bu kelimenin altında yatıyordu. Bu şarkının çıktığı zamanı biraz kurcaladığımızda, TRT arşivlerinde bir programa denk geliyoruz. TRT’nin sokak röportajı yaptığı bir kalabalığın içinde 12-13 yaşlarında bir çocuk; adı Mehmet. Programdaki kalabalığın ortasında şarkı söylemek istediğini dile getirerek mikrofonu ister ve az önce yukarıda belirttiğimiz şarkının sözlerini yarım yamalak uydurma kelimelerle söyler. Bundan sonraki dönemlerde Mehmet tüm Türkiye’de konuşulur, programlara çıkar, kendisi ile yapılan söyleşilerde adının Feliçita Mehmet olarak anılmasını ister. Ama Mehmet bu şarkıyı söylediğinde Felicita’nın anlamının ‘mutluluk’ olduğunu büyük ihtimalle bilmiyordu, bilseydi kendisine bu ismi vermezdi. Herkes Mehmet’i bu şarkı ile özdeşleştirirken, Mehmet’in hayat hikâyesi de çok çetrefilli geçmektedir. İki üvey beş öz kardeşiyle Adana’da bir evde kalmaktadır, annesi iki kez evlenmiştir ve bakacak durumları olmadığı Mehmet ve kardeşlerini yetiştirme yurduna vermişlerdir. Ancak Mehmet burayı sevmediği için yurttan kaçar ve bir süre Adana sokaklarında kalır daha sonra ise İstanbul’a gelir. Mehmet burada geçirdiği ilk gecenin zorluklarını dile getirse de sokak hayatına ayak uydurarak geçimini buradan sağlamaya başlar. Yemekleri çöplerdeki artıklardan temin etmektedir ve gece yatarken soğuk olmasın diye arkadaş edindiği sokak hayvanları ile birlikte uyuduğunu söyler, hem sıcak tuttuğunu hem de tehlikelere karşı koruduğunu dile getirir. Tabi sokağın dili bizim sıcak yuvalarımızdan biraz farklıdır. Mehmet ve Mehmet gibi olan birçok genç veya çocuk sokağın kirli tarafından nasibini mutlaka alır. 
Daha sonrası ise malumdur TRT’nin bir programı ile meşhur olan Mehmet, popülaritenin kurbanı olarak bir saman alevi gibi yanıp hemen sönüverir. Yani herkes tarafından unutulur, lâkin Mehmet kendi aleminde yani sokaklarda ünlenmiştir ve aslında her gün yanından geçtiğimiz ve iğrenti ile bakıp, korktuğumuz o çocuklardan birisi Feliçita Mehmet olabilir. Bizlere bu noktada düşen çok büyük görevler vardır. Feliçita Mehmet gibi hayatı kayıp giden o kadar çok çocuk vardır ki, bizler kendi evimizde şikâyetçi olduğumuz yemeklerimizden çöpe attığımız artıklarımızla beslenen çocuklardır; onlar. Bir kenarı yırtık diye giymeyip çöpe attığımız elbiselerimizi giyen çocuklardır. Madde bağımlısı olan çocuklar onlar ve her birini gördüğümüzde her ne kadar yüreğimiz sızlasa da korkarak yanından geçtiğimiz çocuklardır. Onları tehlikeli yapan şey nedir? Sokağın acımasız yanında kendi canlarını korumak için savaşmaları olabilir mi? Belki de öyledir. Onlara ucube gibi bakmayı bırakıp şu tabiri artık bir kenara atmamız gerekmez mi; “Sokak Çocuğu”. Tamam bu ülkede bu sorun var kabul, bir çözümü var mı pek bilinmez ama o çocukları topluma kazandırmak yerine, kendini bilinçli olarak gören bu topluma neden bu çocukların da var olduğu kavramını kazandırmayı tercih etmiyoruz. Neden hep biz üsttekiler olarak anlaşabilmek için onların seviyesine iniyoruz. Bir kerede olsun biz onların seviyesine çıkalım. Mesela yolda gördüğümüzde selam verelim, yalnız yemek yemek yerine onlardan birisiyle tanışıp karnını doyurabiliriz. Onları tedavi etmeyelim, bırakalım kendi kurdukları alemlerinde özgürce yaşasınlar ama onların da bu toplumda var olduğunu kabul edelim onların da insan olarak bizim soluduğumuz havayı soluduğunu bilelim, bizim gibi insan haklarına sahip olduğunu bilelim yeter. Belki de bu hayatta mutluluğun onları hak etmediği insanlar kategorisinde görmek gereklidir. Şimdi tekrar başa dönüp bir bakacak olursak, bu gençlerin hepsinin yürekleri burkan hikâyeleri vardır. Sahiden de mutluluk nedir diye dönüp kendinize bir kez daha soralım? Sizin şikayetçi olduğunuz her şey birilerinin rüyalarına bile girmiyor. Sizlerin mutlu olmak için çabaladığınız ve para döktüğünüz onca şey, onların hayalini kurarak mutlu oldukları şeyler oluyor. Kendinizi üzdüğünüz şeylere bir bakın veya birbirinizi kırdığınız şeylere; sahiden de bu dünya buna değecek kadar önemli mi? Benim de kendimce mutluğun tarifi diyebileceğim bir sır var. İsmet Özel’in İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır adlı şiirinde; “demiri bir hecenin sıcağında eriyor iken gördüm, bir somunu bölünce silkinen gökyüzünü” sözlerinde, aslında küçücük bir sözün veya hecenin bile demir gibi yürekleri bile rahatlıkla eritebileceğini veya bir somunu bölüşünce o gökyüzünün bile hayretleri içinde sana bakacağını yani paylaşmanın aslında mutluluğun temeli olduğunu söyleyebiliriz. Paylaşmak dileğiyle...
Ekler:
            https://www.youtube.com/watch?v=qinmpIdHkdA
            https://www.youtube.com/watch?v=n1A5m4vc9X4&t=45s

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu