Ana içeriğe atla

DENİZ FENERLERİ (2) - MUZAFFER BİLSİN


(Cahit Zarifoğlu)
Gündelik hayatta bir sinema filmi, televizyon dizisi, tiyatro, herhangi bir video ya da izlemiş olduğumuz bir gösteride biz seyirciler olarak, hep ön planı seyrederiz. (Yani) sahneyi izler ve yapılan işlerin iyiliği/kötülüğü hakkında yorumlar yaparız. Ama nedense hiçbir zaman sahne arkasına takılmaz ve o ‘ortaya konulan işin arka planında neler var, o fikri ortaya atan ve kurgulayan kim’ gibi kısımları görmezden geliriz. Tabii ki sahnede izlemiş olduğumuz her unsur çok önemlidir. Oyuncu, dekor, replikler, giyim-kuşam, makyaj ve diğerleri bir bütünü oluşturan şeylerdir ve bunların ön planda tutulup konuşulması da gayet yerindedir. Ancak bir o kadar da o fikrin sahibi ve o fikri gerçekleştirmek için çabalayan kişi de bilhassa önemli olmalı ve konuşulmalıdır. İşte bu noktada üstat Zarifoğlu’nun bir sözüne mutlak anlamda değinmek gerekir;
 “Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı...
Zarifoğlu’nun bu sözünü ilk duyduğumda, klasik bir duvar yazısı veya sosyal medyada paylaşılan klişe sözlerden biri olarak düşünmüş ve üzerinde pek durmamıştım. ‘Hangi söz boşa söylenir mi ulan’ diye düşünmeden, üstada yaptığım saygısızlıktan utanç duyduğumu dile getirmek isterim. Ancak bu cümlenin derinliğine üniversite hayatımın 3. yılında farkına varabildim. Yani ‘Hayret Makamını kast ediyorum. Aşk hayatımın hızlı olduğu dönemlerinden biriydi. Tabii o zamanlar toyluğumdan dolayı Hayret Makamı ne ya da aşk ne pek bilmiyordum. Aslında bu söylediklerimi de yaşanan olaydan ‘uzun bir sürenin geçmesinden sonra fark ettim’ diyebilirim. İnsanın gönül kapısını aşk çalmadan evvel, etrafına hep bomboş bakarmış. Dağlara, hayvanlara, kuşlara, çiçeklere ve tüm kainata boş gözlerle bakarmış. İşte o kapı çalınınca her ne oluyorsa oluyor bunun tarifi kitaplarda veya dile getirilen cümlelerde yer almıyor, insan dünyaya daha değişik bakmaya başlıyor. Her gün gördüğü ama fark edemediği şeylere daha ayrıntılı ve hayretler içinde bakmaya başlıyor. Aslında insan, aşık olduğu kişiye olan aşkını ispatlamak için, kendi dilince tüm kainatı kullanıyor “işte bak ben seni böyle böyle seviyorum” diyerek kendini karşısındaki kişiye kanıtlama çabası içine girip, farkında olmadan bulunmuş olduğu ortamla yani tüm dünya ile pozitif bir ilişki kurmaya başlıyor. Tüm dünya ile kurulan bu ilişki ne mi oluyor? İşte burada gerçek sanatçıyı ve kurgucuyu görüyorsunuz. Evet evet tam anlamıyla gerçek sanatçıyı görüyorsunuz; yani, Allah’ı. Aslında siz o malum kişiye aşık olduğunuzu sanar iken farkına varmadan Yaratıcının gücünü görüp ona hayretler içinde bakıyorsunuz.
Şimdi sizlere kurulu bir sahneyi anlatacağım ve o sahnenin başrolü olarak sizlerin görmediği tarafı aktarmaya çalışacağım: ‘Bir cuma günü öğleden sonra idi. Hava gayet güneşli ve güzeldi, kış ortası olmasına rağmen havanın bu kadar tatlı olması çok garipti. Başrol oyuncuları okulun arka tarafındaki kamelyada yerlerini almışlar ve perde çoktan açılmıştı. İlk replik bana ait olduğu için az önce yukarıda sizlere anlatmış olduğum şeylerin kısa halini Menekşe Yazmalı Kadınadlı bir hanımefendiye şu şekilde aktardım: “Zarifoğlu’nun, ‘asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı’ sözünü mutlaka duymuşsundur. Bu sözün anlamını biraz düşününce şu kanıya vardım. Gerçekten de asıl marifet o bulut ve o bulutun sahibi olan Allah’taymış. Kulun, o bulutun sahibi olan Allah’a ulaşması için ise, o buluttan dökülen yağmurda ıslanan kişiye aşık olması gerekiyormuş...Sahneyi burada kesmek zorundayım. Bu sahnenin devamında hiçbir şey olmadı. Şimdi kısacık da olsa izlemiş olduğunuz bu sahnede sizler sadece bir gencin, aşığı olduğu kıza yaptığı açıklamayı görmüş oldunuz. Evet pek de etkileyici ve baş döndürücü bir sahne değil. Ama başrolünü oynamış olduğum bu sahne bana perde arkasındaki şeyleri gösterdi. Yani Allah’ı. Ben aşk aşk aşk diye ortalıkta kıvranırken başka bir şeyi aradığımı gördüm ve bu olaydan sonra da onun gücüne ve kudretine hayranlığım kat be kat arttı. Her gün yağan yağmurun sesinin bir orkestradan çıkıyormuş gibi yağması, avucumun içindeki çizgiler, bebeklerin küçücük elleri, bulutların hareketleri, yıldızlar ve daha sayamadığım onca şeye her gün hayretler içerisinde bakmaya başladım. O yüzden bu sadece aşk konusunda geçerli olan bir şey değil, yaşantımızı sürdürüp devam ettiğimiz hayatımızda da, yaşanılan olayların arka planına da bakmak gerek. Ön yargımızı bir kenara koyarak, isyan etmeden rollerini paylaştığımız bu dünyada, acaba neden o replikleri konuşuyor, o hareketleri yapıyoruz; durup düşünmek gerek.’ 
Sevgili okur. Işık hızında yaşadığınız bu hayatı bir an olsun frenleyip bir durun bakın bakalım etrafınızda neler dönüyor? Bu kadar şey neden var, bu güzellikler nasıl oluşuyor bir bakın ve sorun kendinize. Yani durdurun dünyayı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu