Ana içeriğe atla

DENİZ FENERLERİ (1) - MUZAFFER BİLSİN


(Oğuz Atay-Tehlikeli Oyunlar)
İnsanın, dünya denen hayat okyanusunda, kendi teknesi ile yapmış olduğu birçok anlam arayışı yolculuğu vardır. Bu yolculuk kimi zaman güzelliklerle dolu geçse de kimi zaman ise ‘karanlık ve fırtınalı’ günlerle geçmektedir. İşte bu ‘karanlık ve fırtınalı’ günlerde kendisini umutsuzluğun kıyısında bulan insan, ihtiyaç duyduğu umut ışığını bir deniz fenerinin yolunu aydınlatması ile tekrar bulur ve hayata tutunur. Bizler için sunulan deniz fenerleri ise hayatımızı ilmik ilmik örerek etkileyen cümlelerden oluşmaktadır. Bu serimizde ise yola Oğuz Atay düşünce dünyası ile çıkıp diğer cümlelerle devam ederek hayatımıza deniz fenerleri ile ışık tutmaya çalışacağız.
“Bende susarım o zaman. Gece kondum da oturur, ANLAŞILMAYI beklerim...” 
Tehlikeli Oyunlar kitabında yer alan yukarıdaki bu cümle, 1970’li yıllardaki bir insanın haykırışları olarak dile getirilse de, aslında insanoğlunun tarih sahnesinde var olduğu günden beri hep bu ‘anlaşılmak’ veyahut da ‘anlaşılamamak’ eyleminin sancısını çektiğini görmekteyiz. Aslında her çağda insanın anlaşılmaya ihtiyacı olmuştur ancak en çokta bu çağdaki insanoğlunun anlaşılmaya ihtiyacı olduğunu bilmeliyiz. ‘Neden bu çağdaki insanın daha çok anlaşılmaya ihtiyacı vardır’ sorusuna verecek bir yığın cevap vardır ancak biz sadece bir tanesini söyleyerek devam edeceğiz, o da; ‘insanın kendisi ile yüzleşme korkusudur’. Şu anki kurulu mevcut düzen, modern dünya, sosyal hayatlar, sosyal medya hesapları, yediklerimiz, içtiklerimiz, fotoğraflarımız, attıklarımız, tuttuklarımız vesaire gibi şeylerin hepsinin aslına baktığımız zaman tek bir amacının var olduğunu söyleyebiliriz. Dünya içinde dünyalar oluşturarak bireyi, oluşturulan o dünyanın efendisini yaparak, kurdukları bu düzenle insanın kendisi ile yüzleşmesini geciktirmek. Sahiden de insan, efendisi olduğu o dünyada kendisini tam anlamıyla ifade edebilmiş midir veyahut da tam anlamıyla anlaşılabilmiş midir? Bilinmez. Hangi açıdan bakarsak bakalım insana sunulan düzenin o dünyadaki birçok insanı mutlu ettiğini ama birçok insanında mutlu olmadığını biliyoruz. Bu noktada konuyu fazla dağıtmadan Atay’ın şu sözleri ile devam edelim;
‘‘Bu ülkede eksikliğini duyduğum ‘insanın kendisiyle hesaplaşma’ meselesini bizzat kendime uygulayarak bu meselenin ilk kurbanı oldum. Aslında meselenin ciddiyetine dayanamadığım için, oyunlarla durumu örtbas etmek istedim.’’  diyen Atay, bizlere insanların neden kendisiyle yüzleşmekten korktuğunu açıklamaktadır. İnsan bilir. Kişi tam anlamıyla hayalini kurduğu bir birey değildir, yetersizdir, eksiktir ve acizdir. Bu durumu örtbas etmek için ise kendisine sunulan düzeni kabul ederek verilen rolü gereğince oynar. Peki anlaşılmakla-insanın kendisiyle yüzleşme arasında bir ilişki var mıdır? Elbette çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Kendisiyle yüzleşmekten korkan bir insan kendisini tanımadan, kendisine anlayış göstermeden, nasıl başka insanların kendisini anlamasını bekler ki... İbn Arabi, ‘‘kendini bilen rabbini bilir’’ sözünü söylerken, insanın her anlamda kendisini tanımasıyla, tanımlamasıyla, bu dünyayı, dünya içindeki birçok şeyi ve Rabbini tanır ve anlamlandırabilir. Bizlerin en büyük sorunlarından birisi de işte bu noktada baş göstermektedir. Kavramak. Kavrayamayan insan, ne kendisini tanır ne de bir başkasını anlayarak, anlaşılmayı bekler. Bizler her ne olursa olsun, bu dünyada şikâyet etmeden önce yani yıkıcı bir tablo sergilemeden önce bu ‘‘anlaşılmama’’ mevzusunu nasıl çözeriz diye düşünmemiz gerekmektedir. Cevabı ise insanın kendisini tanımasıyla gerçekleşir. Hayattaki her şeye aşırı tepki vermeden önce bir durmak gerekir. Acaba ben o kişinin yerinde olsam ne yapardım diye veyahut da aynı olaya ben de aynı tepkiyi verir miydim düşünmek gerek. Yargılamadan önce kendimizi yargılamamız gerek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu