Ana içeriğe atla

İNCELEME: BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU / STEFAN ZWEİG - MÜZDELİFE YILMAZ


KONU “BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBUNDA, KARŞILIKSIZ AŞKIN HAZİN SONU”
Stefan Zweig ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ isimli eserini 1920’li yıllarda uzun bir hikâye olarak ele alır. Eserin ana kahramanı olan ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu... Bu kitabında baştan sona iki bilinmeyen insanın bir kadının gözünden hayatını ele alır. 
Eserin İçeriği;
Tanınmış bir yazar olan Bay R. yaptığı üç günlük bir gezinin ardından Viyana’ya döner. Eve döndüğünde uşağı kendisi yokken eve gelen ziyaretçilerin, telefon aramalarının haberini verir ve birikmiş olan postaları yanına bırakır. Gelen postalara bir göz attıktan sonra epey uzun ve dikkat çeken mektubu eline alır. Zarfı açar, ama zarfın üzerinde ne gönderen kişinin ismi ne bir adres ne de başka bir şey yazılıdır. Anlam veremediği bu mektubu okumaya başlar. Başlık veya bir hitap olarak niteleyebileceğimiz; “Sana, beni asla tanımamış olan sanaşeklinde başlayan bu mektup Bay R.’yi tuhaf bir ruh haline düşürür. Başta anlam veremez ise de içindeki merak duygusu onu dürter, ve mektubu okumaya devam eder. Okudukça şaşkınlığı daha da artar. Mektup; “Çocuğum dün öldü...şeklinde devam eder. Mektup, kim olduğunu bilmediği bir kadının anılarıydı. Kendisini ilk görüşünden başlayıp ölümüne kadar olan anları ve anıları yazar. Mektubun çoğu yerinde sürekli kendisini tanımadığını belirtir. Mektubun özeti ise şu şekildedir; Henüz 13 yaşında olan küçük kız roman yazarı Bay R.’nin apartmanlarına taşınacağı haberini alınca, içinde anlam veremediği duygular belirir. Evden ayrılıp eve döndüğü  saate kadar yaşamındaki tüm ince ayrıntılara dikkat kesilir. Ne var ki onun bu heyecan ve tutkularını Bay R. çok yakınında olmasına rağmen fark etmez. -Mektupta da zaten yazar, kendisinin farkında olmadığını belirtir.- Gün geçtikçe içindeki Bay R.’ye olan tutkusu artar.Bazı geceler  kolunda bir kadınla eve geldiğine de şahit olur. 
Babasının vefatından uzun bir süre sonra annesi, evlenmeye karar verdiğini ve buradan taşınacaklarını söyler. Bunu duyan genç kız adeta vurgun yemiş gibidir. Zor da olsa anne ve kız Inssbruck’a taşınmaya karar verir. Genç kız o gece Bay R.’yi son kez görebilmek ve konuşmak, her şeyi anlatmak için gece kapısına giderek bir süre zili çalar ama kapıyı açan olmayınca çaresiz umudu boş bir şekilde evine döner. Ve konuşmayı tekrar deneyecektir: Bir gece kapının yanındaki betonun üstünde, yazar gelince ayak seslerini duyabilmek için altına ve üstüne bir şey sermeden boylu boyunca uzanır.  Bu bekleyiş de hazin bir şekilde son bulur, adam başka birisiyle dairesine döner. Ertesi  gün anne ve kız  Inssbruck’a taşınır. Geçen iki yılda ise, genç kız buraya bir türlü alışamaz. Aklı, kalbi ve tüm benliğiyle hâlâ o apartmanda karşılaştığı Bay R.’de kalır. Üvey babasının tüm destek ve sevgisine karşılık kendi ayakları üzerinde durmayı isteyen genç kız, ailesini kendisini bir mağazada çalışması için Viyana’ya göndermeleri için ikna eder. Ama asıl amacı tabi ki de Bay R.’yi görmektir. Viyana’ya yerleşen genç kızın ilk işi eski apartmanlarına gitmek olur (Bay R.’nin evi demek daha doğru olacaktır). Evin ışıkları sönene kadar buradan da ayrılmaz. Birkaç gün sonra yazar, o genç kızı fark eder ve genç kızı kahve içmek için evine davet eder. Kız doğrudan kabul eder, başka bir gün de yemek yemek için anlaşır. O gün yemek yedikten sonra Bay R. İle birlikte onun evine gider. Birkaç birliktelikten sonra Bay R. seyahate çıkacağını ve kadına ona ulaşacağını söyler. Ama kadına ulaşmaz ve kadın onun için tıpkı geçmiştekiler gibi ‘silik’ biri olarak kalır. Kadın bu birliktelikten hamile kalır ve sevdiğinden olan bu çocuğu doğurur. Onu yoksul büyütmemek ve kimseye muhtaç etmemek için -kötü bir çalışma şekliyle- parasını kazanır. Birkaç kez evlenme teklifi alsa da hepsini reddeder. Nihayet bir gece yine karşılaşır, ancak adam yine onu hatırlamaz. Buna rağmen Bay R.’den  gelen teklifi kabul ederek evine gider. Eve gittiğinde ise ilk dikkatini çeken şey, vazodaki beyaz güller olur. Çünkü kadın, Bay R.’nin her yaş gününde ona bu gülleri gönderir. Bay R.’nin kimden geldiklerini bilmediği bu güllere değer verip atmamasına ise bir hayli sevinir. Ama bu sırada onu en çok üzen şey, adamın yine kendisini tanımamış olması ve kendisine bir miktar para vermesidir. Yazar seyahate çıkacağını ve dönüşte onu arayacağını söyleyerek kadınla -yine- vedalaşır. Ancak tıpkı önceki gibi kadının umutla beklemesine rağmen yazar onu hiç aramaz. Bu arada kadın evden ayrılırken kendisini bir türlü hatırlayamayan bu adam içinde, bir umutla hâlâ kendisini hatırlatma çabasıyla vazodaki beyaz güllerinden bir tanesini isteyerek kimden geldiğini sorar. Ne yazık ki aldığı cevap yine onu umutsuzluğa sürükler ve bu konuşmadan sonra hemen evden uzaklaşmak ister. Fakat o sırada yazarın uşağı ile karşı karşıya gelir ve uşak onu tanıır. Bay R.’nin verdiği parayı da uşağın eline sıkıştırarak evden uzaklaşır. Mektubun sonunda yazarın gözünde -belli belirsiz- anlar etkisini gösterse de, adam net bir hatırlamadan uzaktır. Mektup bu şekilde son anıyla biter ve kadın da intihar eder...
Eserin Analizi;
Stefan Zweig, hayatının hemen her döneminde Freud’u rehberi/yoldaşı olarak görür ve psikanaliz yöntemini benimser. Bundan dolayı da “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı kitabını yazarken genel olarak bir ruh halini ve insan psikolojisini ele alır. Kadının duygusal çöküntülerini, hayatının iniş çıkışlarını ve ruh halindeki sürekli değişimi biz okurlara, Freud’un yöntemiyle sunar. Eser bir yazarın doğum gününde aldığı kim tarafından gönderildiği belli olmayan bir mektupla başlar ve biter. Kendisini bir türlü tanı-ya-mayan çocukluk aşkına yazılan mektupta bilinmeyen kadın, yazar Bay R.’ye olan bütün duygularını yazar. Kendisini ilk gördüğü andan ölüme gittiği ana kadar yaklaşık üç sayfalık bir mektup... Henüz 13 yaşında olmasına rağmen kendisinden 12/13 yaş büyük birine karşı bu duygusal bağ, ne derece doğru olabilir; burası tartışılır bir fikirdir. Kızın babasının olmaması acısından ele alırsak eğer, bir ağabey bir baba gibi görmesi muhtemel diyebiliriz, ancak buna benzer bir ifade de eser de yer almamaktadır. Bilinmeyen bu kadın, bağın “aşk” olduğunu fark etmesine rağmen bu ruh halinden kurtulmak için pek çaba sarf etmemektedir. Yazar ile bir süre aynı apartmanda oturup bir türlü konuşamamak olgusu, içinde derin bir üzüntüye dönüşür. Bu hayatımızın pek çok yerinde karşılaştığımız sorundur; “konu ne olursa olsun söylemek istediğimiz bir şeyi ilgili kişiye söyleyemeyince, bir yara gibi içimizde yer alacak ve tıpkı bir kurdun elmayı kemirmesi gibi içimizi kemirecektir”. Belki yazarla konuşma imkânını elde edebilseydi kendisine yapmış olduğu bu psikolojik/platonik duygu baskısına esir düşmeyecekti. Şöyle bir gerçek de vardır ki anlaşılmayı istemeden önce anlatma/anlatabilme denenmelidir. İçimizdeki duygu veya düşüncelerin bilinmemesi ve insanın kendisini bu duygu ve düşüncelere hapsetmesi kendine zulümden başka bir şekilde davranmadığını gösterir. Bilinmeyen kadın, aslında aşktan ziyade yazara karşı bir bağımlılık duygusu besler. Kendisini küçük yaştan itibaren bu duygularına hapsettiği için ise, hiçbir şekilde yazarı suçlamaz. Ve ilginçtir ki; karşısına çıkabilecek her türlü zorluğa karşı yazardan olan çocuğu doğurur. Burada da yine psikoloji devreye girer. Bu çocuğu Bay R.’den bir mükafat olarak görür. Çocuğunu her haliyle ona benzetmekte ve ona daha güzel hayat şartları sunabilmek için kendisini satmaktadır. Oysa, farklı bir şekilde de daha güzel imkânlar çocuğa sunabilirdi. Mesela Bay R.’ye inanmaz, kabul etmez veya o zaman aşkın anlamı kalmaz düşüncesini bir kenara bırakıp anlatmayı deneseydi sonuç belki de daha farklı olabilirdi. Ama ruh hali dediğimiz ve Zweig beyin de ele aldığı psikolojisi buna ne yazık ki müsaade etmez. Tamamen saplantı olan bu duygular kendisini fark etmeyen birini nasıl bu kadar arzulayabilir? Hem de her seferinde giderken sana ulaşabileceğim diyerek asla izne bile ulaşamayan birini... Aşkta saplantı olmaz. Daha önce okuduğum kitaplarda bu şekilde bir aşk örgüsüyle karşılaşmadım.. Aşka karşılık yoksa bile buna bir şekilde çare bulunmuş, farklı yollar denenmiştir. Burada ise Zweig olağanın dışına çıkarak aşkı, kullandığı ifadelerden okuru daha çok psikoloji üzerine yoğunlaştırmaktadır. Ki zaten kadının bu kadar yoğun duygular beslemesine karşı, karşısında kendisini tanımaktan ziyade hatırla-ya-mayan birinden bir süre saklayıp sonra hatırlatmaya çalışmasının altında yatan temel sorun da; psikolojidir. Divan Edebiyatımızın önemli isimlerinden olan Hayati İnanç; “Aşkta kavuşma olmaz, kavuşma olursa aşk olmaz” der. Burada bahsettiği kavuşma ise, iki aşığın kavuşmasıdır. Zweig beyin ele aldığı gibi tek taraflı ve bilinmeyen bir aşk değildir. Bizim edebiyatımızdaki aşk, karşılıksız olmayan, iki kalbin her zorluğa ve her mesafeye karşı birbirini bulmasıdır. Ayrıca, kavuşma olursa aşkın büyüsünün bozulacağıdır. Ama Zweig hikâyesine baktığımızda kavuşma korkusunun temel sebebi karşılıksız bir aşkın olmasıdır. Tamamen insan psikolojisini ele alan bu uzun hikâyede bilinmez olmayı tercih eden de kadındır. Kadının çocuğunu kaybettikten sonra mektubu yazması ise artık hayatta kendisi için değerli olan bir varlığın kalmamış olmasıdır. Ama sırrını kendi içinde saklayıp onun esiri olmak yerine bir yolunu bulup olanları yazara anlatabilmeyi denemesi gerekirdi. Yaşadığı ister karşılıksız bir aşk ister psikolojik bir ruh olsun, bir çocuğu babasız ve bir babayı da çocuksuz bırakmak en büyük ceza olsa gerek.
Not:Aşk her zaman her yerde mesafelere aldırış etmeden iki kalbi bir araya getirebilecek güce sahiptir. İçimizdeki bu duygular bazen tarihin tozlu raflarına kaldırılır, bazen unutmuş gibi görünür göze ama; hiç ummadık bir zamanda karşımıza çıkar. Bilinmeyen biri gibi içimizdeki duygunun esiri olmak yerine karşılığı yoksa bile bilinen olmak daha iyi (gibidir). Her zaman karşılığı olan ve büyüsü bozulmadan kavuşmanın olacağı bir aşkla kalın...

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İSİMSİZ DURAK: SAMAN ÇÖPLERİ - MÜZDELİFE YILMAZ

Kaç kişi bilir  Saman Çöpleri ’nin hikâyesini? Kaç kişi okumuştur, dinlemiştir ya da duymuştur? Sesler hafızamızda bir süre sonra unutulur belki, ama anlatılanların unutulması zaman alabilir. Bende ne zaman ve nerede dinlediğimi hatırlayamadığım bu hikâyeyi -belki bir bakış açısıdır kestiremedim- sizlerle paylaşacağım; “Harmanda arpa, buğday, çavdar biçilmiş, mal sahibinin ihtiyacı olan sap/saman toplanmış ve geriye artık çöp diyebileceğimiz samanlar kalmıştır: Saman Çöpleri. Harmandan geriye kalan Saman Çöpleri’nin her biri bir yaz gününün hafif esen ılık rüzgârında oradan oraya savrulup durmuştur. Kimi Saman Çöpleri toza toprağa karışıp yoğrulurken kimi Saman Çöpleri de kendilerini su üzerinde bulmuştur. Su, boyuna akıp giderken, üzerinde Saman Çöpleri’nin de sayısı artmıştır. Artmıştır artmasına ancak bu artışın getirdiği birlik/kalabalıklık onları her zaman birlik içerisinde ve oldukları yerde tutamamıştır. Kimi Saman Çöpleri akan suyun üzerinde yüzmüş, kimi Saman Çöpleri...

AHLAT AĞACI - ABDULLAH YÜKSEL

Film adını, bazı yörelerde çakal armudu, çördük, gelinboğan adlarıyla da bilinen eğri büğrü, yendiğinde boğazda yumru etkisi yaratıp yutkunmayı zorlaştıran, şekilsiz yabani bir armuttan alıyor. Tıpkı filmdeki toplumsal irdelemelerin insan üzerinde bıraktığı etki gibi... Gövdesi sert ve dikenli olan Ahlat Ağacı sonbahar gibi olgunlaşır, susuzluğa oldukça dayanıklı olan bu ağaç kurumaya yüz tutsa bile, meyve vermeye devam eder. Sert, çorak arazide yetişen, yerel panoramik manzaraların süsleyicisi olan Ahlat Ağacı’nın başkahramanı Sinan’ın hayırsız babası bu bölgenin çevresindeki herkesin ahlatlar gibi olduğunu söyleyecektir: ” Uyumsuz, yalnız, biçimsiz ” sözleri ile film ismine gönderme yapacaktır. Film, Sinan’ın üniversite eğitimini tamamladıktan sonra toplum gözünde çiçeği burnunda öğretmen adayı olarak görülen, iç dünyasında yazar olma hayalleri kuran, hırslı, arzulu, hoşnutsuz, diplomalı işsiz olarak baba ocağına, dönüşüyle başlıyor. Her Türk genci için baba evi, nereye gidilir...