Gerçekliği, -tıpkı- annenin çocuğunu bağrında bir giz gibi saklamaya çalışan aynalarında buluyorum. Ve ardından atlılar gibi koşup gelen korkuları... Saklıyor kendisinde; kaçtığımız ve yüzleşmekten korktuğumuz suretimizde gizlenen itiraflarımız, ve belki de en çok itiraf edemediklerimiz. Çaresizlik midir yoksa yüzleşememek midir pek bilinmez. Lakin Ruknettin’in aynalarda neden ağladığını, kalpten bakanlar iyi bilir. Çünkü o aynalar kendisine gerçek suretini gösterir, gerçek hayatını ve gerçek yüzünü, hem de -acımasızca süren vicdanların- tüm gerçek yüzünü. Herkes bilir, ve herkes bilmelidir: ‘Âdemoğlu, duygu sahibi olmaya başladığını öğrendiği günden beri, baş edemediği veya bastıramadığı duygulardan hep kaçmıştır ve kaçmaya da devam edecektir.’ Çünkü insan, bastırdığı duyguların esiridir. Bu esaretten kurtuluş yolu ise, yalnızca aynalardan geçer. ‘İşte tüm bu zamanlar, duvarlar ile ayna arasındaki dostluk ilişkisini, ruha yansıtır.’ Duvarlarla dost olduğum o günler ise, Sartre ile tanıştığım güne denk düşer.
“Yüzümün yansıması bu. Yapacak işim olmadığı günlerde onu seyreder dururum. Gördüğüm bu yüzden hiçbir şey anlamıyorum. Başkalarının yüzleri bir anlam taşıyor. Benim ki öyle değil. Güzel mi çirkin mi, bunu bile söyleyemem… (Sartre, Bulantı, s. 36)
Korkak insanlar, aynalara bakamaz. Sartre’nin bana öğrettiği en büyük ve en güzel şeylerden birisi de, korkmadan aynalara bakabilmek olmuştur. Bunca yıl nasıl da es geçebilmişim diye söylenirken, bakabilmeyi öğrenmek mutluluk verici, lakin acı bir yanı var: Yüzleşme. Aynaya bakınca, yüzümün her satırında kendimden bir parça sakladığım geçmişimin izleri var. Baktıkça nedir o korktuğum ve bastırdığım şeyler diye tekrar tekrar soruyorum? Nedir? Bu sorunun cevabını vermek kolay olmayacak hiçbir zaman, belki yıllar geçecek, belki bedeller ödenecek ama asla kolay olmayacak.
Soğuk bir kış günü iş çıkışı eve geldiğimde, kafamda yine aynı sorular vardı; aynı sorular masamın başında beni tanıdı. Uzun süredir masanın bir köşesinde duran Froom, imdadıma yetişti. Bana asıl sormam gereken soruyu söyledi: “Nedir seni, ona tutkuyla bağlayan şey, nedir bu vazgeçemeyişin sebebi? Aynalara iyi bak.” Ve ardından cevabı söyledi tabii ki:
“Oysa başlangıçta bütün bunlar hiç bilinmez; aslında o coşkun tutku, birbiri için ‘deli’ olma, sevginin büyüklüğüne kanıt sanılır; bu olsa olsa o kişilerin daha önce içinde bulundukları yalnızlık duygusunun büyüklüğüne kanıttır.” (Froom, Sevme Sanatı, s. 13).
Bir tokat edasıyla gelen cevabın dumura uğrattığı zihnimde, her şarkıda sarhoş olan adam bu kez, farklı bir ruh hali ile karşımda idi. Aynalarda belirginleşen bu ruh: ‘Yalnızlık duygusunun büyüklüğü’. İnsanın, başka bir insandan kopamayışının ve unutamayışının sebebi buymuş. Ne kadar çokmuş gizlediğimiz bu yalnızlıklar ve yalnızlıkları örtbas etmeye çalıştığımız kahkahalar. Birileri için bizler mutlaka küçüğüz, ama sığmayan bedenimizde büyük yalnızlıklara sahip çocuklarız; her ulaşamadığı kişiye büyük tutku ile bağlanan çocuklar. Oysa bizler sürekli “Sezar’ın hakkı Sezar’a” lafını kullanan insanlardık, ne oldu da hak etmeyenlere karşı bu kadar büyük sevgi ve tutku besledik. Ama artık oyunun sonundayız, gökyüzüne meftun bu adam, yalnızlığı ile yüzleşmeye başladığı günden itibaren, öğrenmiş olduğu bir tek şeye sahip: ‘Yalnızlığını, sevgiyi hak eden insanla paylaşma ilkesine...’ Bu ilkeyi yalnızca, aynanın gerçek bir ruha bakışı bilir.
Kaynak:
Froom, E. (1995). “Sevme Sanatı”, Çev. Yurdanur Salman, 10. Baskı, İstanbul: Payel Yayınları.
Yorumlar
Yorum Gönder