‘Yok olmak ile var olmak arasında bocalayıp duruyoruz. Varoluş gerçeğini unutarak, yahut varoluşumuzun üzerini örten geçici ân yaşamalarıyla ömrümüzü heba ederek; oldu diyoruz ve sonra bir başka eksiklik daha...’
Gönlün iç âlemini kapayan ne kadar engel varsa, hepsi de basiretsiz bırakıyor, görmek istediklerimizi ve görünene dalabilmemizi engelliyor. Bu mücadele bizi yoruyor, üzüyor; ve en kötüsü de öldürüyor. Kapıları açmak kolaydı; ama kapıları açıp içeriye girmek ne kadar da korkunç. Tek bir adım atmanın karşılığında ayağımızı kaybetmekten korkmak. Korkuyoruz çünkü, hakikat ulaşılması zor bir diyar olduğunu bize defalarca kez kabullendirmiştir. Kabullenmek ama kabullendiğimizi bilmemize rağmen hakikati eşeleyip durmak... Parçadan bütüne olan bu yolculukta düşünce dünyamız tarumar olurken, yeni tecrübeler kazanıyoruz...
Benliğimizden sıyrılmak; bir başka ‘ben’ ile tanışmak hasebiyle hakikate, meçhul âleme olan yolculuktan kazandıklarımız ve kaybettiklerimiz hangi gediği kapatmakla münâsebetdâr? Yeterli mi? Gediği tamamıyla kapatacak olan bu zorlu mücadelenin öz ismi, yoksa başka bir şey mi?
Hakikat fısıldayan içimiz bozuk bir plak gibi... Tekrar ve tekrar başa dönüyoruz; var olmak ya da yok olmak arasında... Bütün mesele bu mu? Aşılan yolları ya da nasıl düştüğümüzü unutalım mı? Acının ortasında nasıl bağırdığımızı kim duydu? Belki de tek kaynağımız: Teselli olmak.
Bocalayıp durmak, kendimizi heba etmek, ölmek, yani ölmeden önce ölmek! Gizeme yakın olman gerekiyor, yani ruha; beden bu yükü kaldıramaz eminim. Ruhta saklı hakikatler. Ruh ve hakikat, birbirlerine ne kadar yakın durabiliyorlarsa, aynı derecede birbirlerinden o kadar uzakta da olabiliyorlar. Uzaklaşan hakikat ruha ızdırap veriyorsa, yakınlaşmaya da çalışıyor demektir. Hakikat, kendisini ruh ile münasebet halinde olmasıyla bulacak olmalı ki, bizler bulunmayanı da isteyen kişiler miyiz? Kaybetmeyi istemek... O zaman;
Yorumlar
Yorum Gönder