Ana içeriğe atla

SANRILARDAKİ AŞK - ZEYNEP SANDALOĞLU


Bu dünyaya sevgisizlikle geleceğimi hiç ummazdım. Dünyayla ilk mücadelem anne karnında başladı. Rahat edemedim bir türlü annemin karnında. Doğumum zaten ağlamaklıydı. İlk sütümü alamadım. Annem bana meme vermemiş. Sanırım hiç sevmemiş. Babamdan olan her ne varsa hepsinden nefret etmiş. Sıcak bir kucak ararken hep ötelenmişim. Büyümüşüm ve yaşam bir şekilde geçmiş. Bana hayatta ne sevilmez diye sorarsan çok güzel cevaplarım! Çünkü gerçek sevgiyi tatmadım. 
Öncelikle hayata tutunma çabam beni benden aldı. Birçok insana bakarım; nasıl yaşıyorlar ve zorluklarla ne şekilde baş ediyorlar, inanın hiç anlamıyorum. Her insan gibi olmayı dilerdim ama olmadı. Bu hayatın yükü bana fazla geldi. Kafamın karışıklığı ve hayata karşı sorgulamalarım genç yaşlarda başladı. Bu düşünceler zamanla karıştıkça karıştı. Gerçek hayattan koptum. İnsanlarla sohbet ederken ân’a odaklanamadım. Aklım, yerden uzakta sanki gökte gibi ama yerle gök arası bir yerde gibiydi. Aklımın ne istediğini çözemedim inanın. Bildiğim bir gerçek var ki varoluşumu hiç sevemedim. Tüm düşünceler ve hayallerim bu acıyı kapatmak içindi. Varlığımdan nefret ettim. E yaşam mücadele istiyor tabi ki. Ben bu mücadeleden hep kaçtım. Kalbim küçük bir kuşun titrek hali gibiydi bu yaşamda. Güvenli elleri bulamamış sanki bir ayağı hep kırık. 
Hastalığımın şizofreni olduğunu öğrendiğimde pek de şaşırmadım ama bu hayata zaten yüktüm ve yükümün kat be kat arttığını fark ettim. Ailem ve çevremdeki herkesin bana kötü davranışları beni bu hayattan daha da soğuttu. Benim öyküm gerçekleri örtmekle başladı. Siz gerçekleri yaşayanlar belki beni anlayamaz. Ben olmayan dünyada gerçekliğimi yaşadım. Hayalimde ve düşüncemde olan her şey bu dünyada olmayandı. Uyduruk hikâyelerim benim gerçekliğimdi. Şuna eminim ki kendi hikâyeme hep sahip çıktım. Ah en çok sahip çıktığım hikâyemi bilseniz, belki de acırsınız bana!
Sevgiyi hiç tatmamıştım ama ailem bir gün dedi ki, “seni evlendirelim hastalığın iyileşsin”. Ben de olur dedim. Bir gün beni bir adamla tanıştırdılar. Gözleri mavi, uzun boylu, hafif kilolu ve kaslı fiziksel özellikleri vardı. Beyin dalgalarıma ne oldu dersiniz? Tutuldu kaldı. Ve ben 28 yaşımda onunla tanıştığım çarşamba gününü hiç unutmadım. Haftanın her günü 28 yaşındayım ve çarşamba günündeyim. Her gün sırıtmış yüz ifadesiyle gezerim. Sürekli gülen halim onun kalbimde hissettirdiğinde kaldı. Demiştim ya sevmek ne demek ben tatmamıştım. İlk tattığımda heyecanım dayanamadı bu gerçekliğe ve tüm hayatım boyunca bedelini ödediğim bir hikâyem oldu. Ona kavuşamadım ve takılı kaldım. Okula devam edemedim ve insanlarla hiç gerçek muhabbetler edemedim. Zaman zaman çok öfkeli olduğumda küfür ederim. Kafam her gün iyi değildir. Her gün ve her saniye değişir. Bir güler bir ağlarım. 
Şimdilerde beni akıl hastanesine aldılar. Merak etmeyin orası benim gibi sanrılarını gerçekten yaşayanlarla dolu. Kendimi orada iyi hissediyorum. Her gelene hikâyemi anlatırım. Güya tedavi oluyormuşum. Yıllarım burada çürüyüp gidecek ama kalbimdeki gerçeklik hiç kaybolmayacak, o da şu; aslında hayatımda böyle birinin asla var olmamış olması. Dedim ya benim gerçekliğim sanrılarım. 
Siz gerçekleri yaşayanlar demez misiniz; “akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin!” Siz bu yazıyı anlamaya çalışırken ben kendi hikâyemle yaşamaya devam ediyorum. Sanrılarımı sorgulamayın, sadece dinleyin yeter! İnanın ihtiyacım olan şey anlaşılmak, sevmek ve sevilmek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İSİMSİZ DURAK: SAMAN ÇÖPLERİ - MÜZDELİFE YILMAZ

Kaç kişi bilir  Saman Çöpleri ’nin hikâyesini? Kaç kişi okumuştur, dinlemiştir ya da duymuştur? Sesler hafızamızda bir süre sonra unutulur belki, ama anlatılanların unutulması zaman alabilir. Bende ne zaman ve nerede dinlediğimi hatırlayamadığım bu hikâyeyi -belki bir bakış açısıdır kestiremedim- sizlerle paylaşacağım; “Harmanda arpa, buğday, çavdar biçilmiş, mal sahibinin ihtiyacı olan sap/saman toplanmış ve geriye artık çöp diyebileceğimiz samanlar kalmıştır: Saman Çöpleri. Harmandan geriye kalan Saman Çöpleri’nin her biri bir yaz gününün hafif esen ılık rüzgârında oradan oraya savrulup durmuştur. Kimi Saman Çöpleri toza toprağa karışıp yoğrulurken kimi Saman Çöpleri de kendilerini su üzerinde bulmuştur. Su, boyuna akıp giderken, üzerinde Saman Çöpleri’nin de sayısı artmıştır. Artmıştır artmasına ancak bu artışın getirdiği birlik/kalabalıklık onları her zaman birlik içerisinde ve oldukları yerde tutamamıştır. Kimi Saman Çöpleri akan suyun üzerinde yüzmüş, kimi Saman Çöpleri...

AHLAT AĞACI - ABDULLAH YÜKSEL

Film adını, bazı yörelerde çakal armudu, çördük, gelinboğan adlarıyla da bilinen eğri büğrü, yendiğinde boğazda yumru etkisi yaratıp yutkunmayı zorlaştıran, şekilsiz yabani bir armuttan alıyor. Tıpkı filmdeki toplumsal irdelemelerin insan üzerinde bıraktığı etki gibi... Gövdesi sert ve dikenli olan Ahlat Ağacı sonbahar gibi olgunlaşır, susuzluğa oldukça dayanıklı olan bu ağaç kurumaya yüz tutsa bile, meyve vermeye devam eder. Sert, çorak arazide yetişen, yerel panoramik manzaraların süsleyicisi olan Ahlat Ağacı’nın başkahramanı Sinan’ın hayırsız babası bu bölgenin çevresindeki herkesin ahlatlar gibi olduğunu söyleyecektir: ” Uyumsuz, yalnız, biçimsiz ” sözleri ile film ismine gönderme yapacaktır. Film, Sinan’ın üniversite eğitimini tamamladıktan sonra toplum gözünde çiçeği burnunda öğretmen adayı olarak görülen, iç dünyasında yazar olma hayalleri kuran, hırslı, arzulu, hoşnutsuz, diplomalı işsiz olarak baba ocağına, dönüşüyle başlıyor. Her Türk genci için baba evi, nereye gidilir...