Ana içeriğe atla

BİRLİK VE BERABERLİK: TAHAMMÜLSÜZLÜK - MUZAFFER BİLSİN


İslamiyet’in yeryüzüne indiği günden itibaren, yapmış olduğu en büyük vurgulardan bir tanesi de birlik ve beraberlik konusudur. Birçok ayette, hadiste yer alan ve vurgu yapılan konu her ne olursa olsun, İslamiyet çatısı altında olan insanların bir ve beraber olması üzerinedir. Bu durum bir savaş halinde, bir kararda, bir duruş sergilemede veyahut da herhangi bir vakada ortaya çıkıp kendisini gösterebilir. Bizlere düşen görev ise nasıl bir arada olabileceğimiz konusu ile ilişkilidir. İslamiyet çatısı altında birleştiğimiz için, öncelikle içinde bulunduğumuz mülk sahibinin kim olduğunu bilmemiz gerekir. Gerçek Mülk sahibinin kim olduğunu bilen insan bu dünyada kendisine ait hiçbir mal varlığının da olmadığını bilir ve birlik içinde bulunduğu yerdeki bütün mülkün, Allah’ın izin verdiği sınırlar içinde olduğunu kavrar. Bu duruma örnek vermek gerekirse, geriye doğru dönüp baktığımızda hicret sonrası Ensar ve Muhacir kardeşliğinde yatan birlik ve beraberlik de görebiliriz. Ekmeğini, tarlasını, evini ve hatta çok uç görünen birçok paylaşımı hiçbir beklenti içine girmeden yaptığını ve eşi benzeri görülmemiş bir birlik beraberlik sergilediğini rahatça söyleyebiliriz. Sadece Ensar ve Muhacir kardeşliğinde de değil, tarihimizin birçok noktasında sayısız örnekler vardır. Biraz daha zamanı ileri sardığımız zaman Osmanlıyı ele alabiliriz. Osmanlı döneminde Vakıfların üstlenmiş olduğu sosyal hizmetler ve bu vakıfların yerine getirdiği projeler bu birlik ve beraberlik kavramının vücut bulmuş resmi halidir.
İslamiyet’in temel şartlarına baktığımızda da, farz olan birçok uygulamanın temelinde bu durumun yattığını söylemek yanlış olmaz. Oruç, Namaz, Hac, Zekat gibi yapılan uygulamaların temel hareketi birlikte hareket ederek var olmaktır. Dünyanın hiçbir yerinde, herhangi bir uygulamada binlerce insana aynı anda aynı amaç için bir uygulamayı yaptırmak imkânsız iken, bu tarafa dönüp baktığımızda insanlar aynı anda sahura kalkıp oruçlarını tutup aynı anda iftar yapabildikleri kocaman bir hareket bütününü ortaya çıkarmaktadır. Sadece Oruç değil, Hac uygulamasında da milyonlarca insanın aynı amaç uğruna bir arada olduklarını ve birlikte hareket ederek görevlerini yerine getirdiklerini görüyoruz. Namaz konusunda da, neden sürekli olarak cemaat ile namaz kılmamız gerektiği sorusuna vereceğimiz cevap ise ortadadır: “bizler ancak hep birlikte, saf saf durabilirsek var olabileceğimiz” ifadesi üzerine vurgu yapılmaktadır. Aynı cihette Saff suresinin 4. ayetinde de zorluklar karşısında (savaş gibi) Müslümanların birbirine kenetlenmiş duvar gibi saflar halinde bulunmaları gerektiği tasvir edilir.
Lakin gel gelelim ki bugün, İslam’ın en çok vurgu yaptığı bu konuya ne kadar uzak olduğumuz aşikârdır. Birçok konuda; fikirde, uzlaşıda, söylemde veyahut da eylemde o kadar farklı kutuplarda yer alıyoruz ki, birlik olmak şurada dursun, karşımızdaki insanlara karşı kanlı bıçaklı olmuş bir hale geliyoruz. Farklı bir görüş bildirene ya kâfir ya şu cemaatten ya a b c’ci diye alfabetik etiketler vuruyor ya da eleştiri yapan herkesi vatan haini bir pislik ilan edip dışlayabiliyoruz. Ne oldu da bizler, hiçbir şeye tahammül edemez olduk ve her şeye bu kadar ters tepki verir hale geldik? İnsan psikolojisine baktığımızda, tahammülsüzlüğün asıl nedeninin “o insanın önündeki birçok etkenin belirsiz bir halde” olması durumundan kaynaklandığı bilinmektedir. Bu aynı zamanda bir ruh ve kalp hastalığıdır. Sadece birey nezdinde değil toplum nezdinde de durum böyledir. Yani bu ne demek oluyor: Amaçsızlık. Eğer ki insanın hayat yolundaki yolcuğunda herhangi bir amacı olmaz ise ne yapacağını bilemez ve rüzgarın önündeki bir yaprak misali sağa sola savrulurken, kendinde bulundurduğu belli başlı düşüncelere karşı yapılan söylemlere de ters tepki vererek tahammülsüzlük boyutuna geçer. Etrafımızdaki bütün somut, cansız ve kendi özgür iradesine sahip olmayan varlıkların bir amacı var iken nasıl olur da, canlı, akla ve hür iradeye sahip insanın bu dünyada bir amacı olmaz. Bu yaşam sürecinde mutlaka ama mutlaka bir amacımız ve maksadımız olmalı ve bu maksadımızın adı da “Allah rızası” olmalıdır. Ki o zaman maksadımız gereğince birçok şeye tahammül etmemiz zorunluğu ortaya çıkmaktadır bunu bizler ister sevelim ister sevmeyelim. Eğer ki bugün “Ensar ve Muhacir” bu birlikteliği nasıl gerçekleştirdi diye bakacak olursak, onların bir amacı olduğunu görürüz. Bu amaç doğrultusunda “Allah rızası için” birçok şeye katlanarak bir arada durabildiklerini söyleyebiliriz.
Hayatta her ne olursa olsun, birçok noktada siyah ya da beyaz olabiliriz. Ancak bazı öyle noktalar vardır ki, o noktalarda tam olarak ortada bir arada durmamız gerekir. Bugün hayatta birçok noktada başarısız oluyorsak bunun temel sebebini buna dayandırmak da yanlış olmaz. Şu bir gerçek ki; bizlerin bizden başka hiç kimsesi yoktur, düştüğümüz zaman elimizden bizden başkası asla tutup kaldırmaz. Renklerimiz farklı olabilir, düşüncelerimiz farklı olabilir, boyumuz, kilomuz, saç rengimiz farklı olabilir ama eğer ki durmamız gereken konum birlik ve beraberlik ise hiç kimsenin tereddüt etmeden o konuma gelip safında yerini alması en güzelidir. Yoksa bu ayrılık oyununa devam ettiğimiz müddetçe yok olup gitmeye mahkûm bir topluluk haline geleceğiz. Biliyorum La’dan geçip İlla’ya ev kurmak çok zordur ama; “Şimdi tekrar ne yapsak ya Rabbi” dememek için, toparlanın bir yere gitmiyoruz.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu