Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Haziran, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SAINT EXUPÉRY: PRENS’İN BÜYÜK KALBİ

Antoine de Saint-Exupéry’yi hayallerinde canlandırmak isteyenlerin; onu, Ain eyaletinin Saint-Maurice-de-Remens’deki baba malikânesinde, etrafı kolaçan etmekten memnun, dünyayı hayranlıkla keşfeden,  Küçük Prens  adlı kitabındaki sarı, kıvırcık saçlı çocuk olarak göz önüne getirmeleri gerektir. Hayal kurmaktan hoşlanan bir tabiatı vardı. Eğitimin, çalışmanın baskısını kabul eden bir özgürlüğe gönül vermiştir. İlk şiirlerini yeniyetmelik çağına girer girmez yazmaya başladı; bir evren yarattı kendine göre. Daha o yaşlarda, boş zamanlarının bir kısmını, örneğin yelkenli bisiklet gibi yeni nakil araçları icat etmeye ayırıyordu.  Ergenlik çağına girince, meziyetleriyle övünen, kendisini dev aynasında gören -büyük bir adam- olarak değil düşünce olgunluğuna vaktinden önce eren bir yeniyetme olarak görünür. Hem heyecanlı hem tedbirli, hem sert hem yufka yürekli davranmasını bildi. İri yapılıydı; boyu bir metre seksen dört santimdi. Geniş omuzlarının arasında kocaman, hemen hemen yuvarlak

SARTRE’NİN AYNASI: YÜZLEŞME - MUZAFFER BİLSİN

Gerçekliği, -tıpkı- annenin çocuğunu bağrında bir giz gibi saklamaya çalışan aynalarında buluyorum. Ve ardından atlılar gibi koşup gelen korkuları... Saklıyor kendisinde; kaçtığımız ve yüzleşmekten korktuğumuz suretimizde gizlenen itiraflarımız, ve belki de en çok itiraf edemediklerimiz. Çaresizlik midir yoksa yüzleşememek midir pek bilinmez. Lakin Ruknettin’in aynalarda neden ağladığını, kalpten bakanlar iyi bilir. Çünkü o aynalar kendisine gerçek suretini gösterir, gerçek hayatını ve gerçek yüzünü, hem de -acımasızca süren vicdanların- tüm gerçek yüzünü. Herkes bilir, ve herkes bilmelidir: ‘Âdemoğlu, duygu sahibi olmaya başladığını öğrendiği günden beri, baş edemediği veya bastıramadığı duygulardan hep kaçmıştır ve kaçmaya da devam edecektir.’  Çünkü insan, bastırdığı duyguların esiridir.  Bu   esaretten kurtuluş yolu ise, yalnızca aynalardan geçer. ‘İşte tüm bu zamanlar, duvarlar ile ayna arasındaki dostluk ilişkisini, ruha yansıtır.’ Duvarlarla dost olduğum o günler ise, Sartre

KİBRİT MEVSİMİ, BAHAR ÇİÇEĞİ - SAMİ MERCİMEK

Sokakların insanı bir kenara, Söyle şimdi sen, Hangi çığırtkan kuşun, Zümrüdi kanadında, Göğün aydınlık fenerinden, Hangi ışığı koparmak istersin? Söyle şimdi sen, Şimdi ve şimdi kadar sade, Hangi yaprakta, Hangi koza karanlığında, Tabutunu yarmak istersin? Yutamayacağı kabusları vardır zamanın, Gül ve diken barındıran, Söyle işte şimdi sen, Kimin kılığına büründüysen, Kavruk yüzünü gösterince zaman, Kim olarak ölmek istersin? Demirden oraklarla biçer sesler, Bil bu kibrit mevsimini, Yan ve sön, Güneş gibi, Doğ ve dön, Metal zemberekli bir labirent doğa, Zaman ve insan duymaz bu mevsimi, Duysa da anlamaz, Bu bahar çiçeğini, O yüzden, Söyle hemen şimdi sen, Hangi bedende, Hangi gönülde yanmayı dilersin? Sokakların insanını, Bırak bir kenara....

ÖNÜM ARKAM, SAĞIM SOLUM SOBE - MUHAMMET KORHAN

‘ Yok olmak ile var olmak arasında bocalayıp duruyoruz. Varoluş gerçeğini unutarak, yahut varoluşumuzun üzerini örten geçici ân yaşamalarıyla ömrümüzü heba ederek; oldu diyoruz ve sonra bir başka eksiklik daha... ’ Gönlün iç âlemini kapayan ne kadar engel varsa, hepsi de basiretsiz bırakıyor, görmek istediklerimizi ve görünene dalabilmemizi engelliyor. Bu mücadele bizi yoruyor, üzüyor; ve en kötüsü de öldürüyor. Kapıları açmak kolaydı; ama kapıları açıp içeriye girmek ne kadar da korkunç. Tek bir adım atmanın karşılığında ayağımızı kaybetmekten korkmak. Korkuyoruz çünkü, hakikat ulaşılması zor bir diyar olduğunu bize defalarca kez kabullendirmiştir. Kabullenmek ama kabullendiğimizi bilmemize rağmen hakikati eşeleyip durmak... Parçadan bütüne olan bu yolculukta düşünce dünyamız tarumar olurken, yeni tecrübeler kazanıyoruz... Benliğimizden sıyrılmak; bir başka ‘ben’ ile tanışmak hasebiyle hakikate, meçhul âleme olan yolculuktan kazandıklarımız ve kaybettiklerimiz hangi gediği kapa

BAKSAM DA BAKMASAM DA - İLKER SONER

Biliyorum, Bundan böyle yerim olmayacak senin yurdunda Ve ahlak bekçilerini uyandıramayacağız beraber. Otostop çekip, Gülemeyeceğim kapitalizmin kötü esprilerine Yine bilmeyecek ağladığımı kimse Başın göğsümde. Bir hayır vardır söylenecek, Olmamalıydı zaten. Yalancıydı diye teselliler dökecek, Süslü pejmürde bir kadın. Bir diğeri yazdığım her şiiri, Kendi üzerine çekmeye devam edecek. Ta ki, zaman asıl yüzümü Sessiz sevene gösterecek. Benimle yaşamadan beni sevmek Gönlüne kerece ukde düşürecek. Her zaman olduğu gibi Kendime dair Onlara anlatmaya çalıştığım her şey Bir esrar sanrısında Daha ontolojik gelecek Ve biri çıkıp yine; “Buraya nereden geldik” Diyecek. Tanrı buradan söylesin sana Kandırmıyorum değil mi? Kandırıyorsam eğer seni İnan hayat bizi kandırdığı için, Öyle güzel kanıyorum ki Öyle güzel Gülünce, yakıyorsun içimi. Yakıyorsun da  Atamıyorum İçimdeki yokluğun küllerini. Sevgilim, Delireceğim.

DİLİN SESİ, NEFESİ, YÜKÜ VE KEFENİ; ÖVEN Mİ ÖVÜLEN Mİ DEĞERLİDİR? - ÜMİT KÖKSAL

Kelimelerin insan yaşantısındaki boşlukları dolduran, duyguları filizlendiren, kimi zaman solduran, kimi zaman aksiyona sürükleyen mizacı vardır. -İşte bu yönden- kelimeler dilden, sebepsiz ve tesirsiz çıkmaz.  “ Dil gönlün, gönül ruhun, ruh da insanın hakikatinin aynasıdır ”  der Hz. Hüseyin. Bu açıdan dil, bireyin karakterini oluşturan yapıtaşlarından en önemlisidir.   Her kavramın/kelimenin bir açıklaması ve duhülü vardır. Fıçı içinde neyi barındırıyorsa dışına sızan da odur. Kelimeler tek başına ortaya çıkmaz. Köken; kelimenin ve eylemin kendisini verir. Kelimeler kökenlerine göre araştırılıp, manaları ile analiz edilir. Halk ağzıyla zamanla değişen, kökeninden farklı manaya yönlenen kelimeler de bulunur. “ Galatı meşhur lugatı fasihten evladır ” sözü buna işaret eder. Deyişe örnek, pişmaniyedir. Pişmaniye kelimesinin aslı peşmine olup Farsça kökenlidir. Yünlü anlamına gelir. Tel tel olan bu tatlı, yüne benzetildiği için bu ad verilmiştir. Ancak, halk arasında ‘yiyen pişman’

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu

GERÇEK AYDIN, YALANLARIN PEÇESİNİ YIRTAN, DÜNYADAKİ BÜTÜN HAKSIZLIKLARA DUR DİYE HAYKIRANDIR

Aydın, ele avuca sığmayan bir mefhum. Tarifi ülkeden ülkeye, çağdan çağa değişmiş. Sonunda tek kelimeye hapsedilmiş mefhum: entelektüel. Bugünki hüviyetiyle geçen asrın sonlarında beliren entelektüelin seçeresine bir göz atalım. Hıristiyanlığın zaferinden sonra düşünce manastıra sığınmış ve Avrupa’nın şuuru olmuş. Avrupa’nın daha doğrusu toprak aristokrasisinin. Feodaliteyle beraber itibarını kaybetmiş kelime. İktidara geçen üçüncü sınıf, aydınlarına filozof denmiş. Sonra filozoflar kozalarına çekilmişler, batı insanının şuurunu temsil edenlere entelektüel (yahut intelijansiya) adı verilmiş. Etimoloji uzmanları entelektüelin XVIII. yüzyıldan itibaren bugünki manada kullanılmadığını söyler ama belli başlı kamuslarda böyle bir iddiayı doğrulayacak kayıtlara rastlamadık. Littre’de de, Larousse’da da aynı güdük karşılıklar... Entelektüel: zihni, fikri, manevi.  Evet... <<Entelektüel deyince hocalar gelir akla, üniversite ve lise hocaları. Bununla beraber aydını diplomayla tarif e

İNCELEME: BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU / STEFAN ZWEİG - MÜZDELİFE YILMAZ

KONU “BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBUNDA, KARŞILIKSIZ AŞKIN HAZİN SONU” Stefan Zweig ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ isimli eserini 1920’li yıllarda uzun bir hikâye olarak ele alır. Eserin ana kahramanı olan ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu... Bu kitabında baştan sona iki bilinmeyen insanın bir kadının gözünden hayatını ele alır.  Eserin İçeriği; Tanınmış bir yazar olan Bay R. yaptığı üç günlük bir gezinin ardından Viyana’ya döner. Eve döndüğünde uşağı kendisi yokken eve gelen ziyaretçilerin, telefon aramalarının haberini verir ve birikmiş olan postaları yanına bırakır. Gelen postalara bir göz attıktan sonra epey uzun ve dikkat çeken mektubu eline alır. Zarfı açar, ama zarfın üzerinde ne gönderen kişinin ismi ne bir adres ne de başka bir şey yazılıdır. Anlam veremediği bu mektubu okumaya başlar. Başlık veya bir hitap olarak niteleyebileceğimiz; “ Sana, beni asla tanımamış olan sana ” şeklinde başlayan bu mektup Bay R.’yi tuhaf bir ruh haline düşürür. Başta anlam veremez ise d

HANELER - SAMİ MERCİMEK

Haneler gördüm paslı gözlerle, İçinde insancıkları besleyen, Evlatlarını ezer gibi seven, Bir anne misali haneler gördüm... Haneler gördüm,  Sabahları temizlik, deterjan, Patates kızartması ve çocuk kokan, Akşamları kapılarından kahkaha veya siyaset duyulan, Boynunda memur asabiyetiyle Emekliliğine arşınlayan; Haneler gördüm durgun... Haneler gördüm, Taş duvarları çamurla yamalı, Menüde değil bahçede yetişen ne varsa, Sofrası onunla sınırlı, Tandır başında, Yüzü, gözü, duman yutmuş cefakar bir analı, Ve önünde çöplerle belediye arabasına prangalı,  Halis yiyeceğin ve halis insanların bulunduğu, Haneler gördüm suskun... Haneler gördüm, Üstünde üstelenmeyecek bir markadan, Ve onun garantisinde lüks bir arabadan, Yetişemeyeceği ne varsa, Haylaz bir çocuk misali uzanmaya çabalayan, Bir nasihatten bin musibete sebep bulan, Hayat selinde sabit kalmaya çalışan, Haneler gördüm yorgun... Haneler gördüm, Hanesi olanların terk e

EY SEVGİLİ - FARUK SARIKAVAK

Ey sevgili! Gittiğin yerler buralara çok mu ırak? Sen buradan gittin gideli bütün vadilerim kurak... Ben senin yolunda yorulmak bilmeyen bir seyyah. Ama yollarım, gecelerim kapkaranlık ve siyah... Kaybettim şimdi denizinde yüzdürdüğüm sallarımı. Terketmek zor geliyor alıştığım kumsallarımı... Kabul eder misin ümmetini adadığı adaklarından. Hepimiz muhtacız şimdi çıkacak bir söze dudaklarından... Ey sevgili! Bitsin artık bu hasret sonsuzluk uykundan uyan. Hor görme bizi ne olur, sensin feryadımızı duyan... Şahit olamadık belki ayı iki böldüğün anına. Elbette biz sırrına eremeyiz mucizelerinin nihanına... Ey sevgili! Görebilseydin bugün ümmetindeki yarışı. Belki o zaman aşardı ettiğimiz tüm dualar arşı... Bir kere değseydi keşke o mübarek elin elime. İnşallah seninle çıkar ağzımızdan ölürken o ilahi kelime...