Ana içeriğe atla

TAKOZ (1. KISIM) - MUZAFFER BİLSİN

Biliyorum, bu sefer bazı hayal evrenlerini, tüm belirsizliklere inat biliyorum. Bunca bilinmezliğin arasında, Protagoras’ın elinden kaçıp bilebildiğim noktalardaki yerlere yetişmek için otobüs duraklarına koşuyorum. Bu sonu gelmek bilmeyen kış günlerinin elbet bir çiçekle sonlanacağını, ve “bir çiçekle bahar olmaz lâkin her baharın bir çiçekle başladığını” bildiğim noktalardayım. Kaçarken paltomu almayı unutmuşum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakınca, bulutların üşüyen bedenimi sardığını hissediyorum. Gökyüzünü üzerime alınca avuçlarımda tuttuğum güneş içimi ısıtıyor. Kuşlar, ah kuşlar ne kadar da özgürce uçuyorsunuz öyle; savrulan saçlarımın arasında. Saçlarım bir değer kazanıyor böylece, kuşların sonsuz varlığına.
Otobüs durağına vardığımda, beklemekten hiç haz edilmeyen dakikaları, bir girdap derinliğinde hissediyorum. “Hadiii, gel artık nerede kaldı bu otobüs” serzenişlerimi birden, içimde isimsiz hükümler sahibi, tüm otobüslere armağan ediyorum. Ne kadar sabırsızmışım bugüne kadar hiç bilmezdim. Sonra aniden küçükken dünyayı değiştirme planları yaptığım hayallerim aklıma geliyor. Artistik yaparak beylik laflar ettiğim hayaller. Fazla masum ve çocuksu güzellikler taşıyan hayaller. “Öhö öhö”. Yan tarafımda oturan ve benim gibi otobüs bekleyen Gandhi dikkatimi çekmeyi başarıyor. Daha ben kendisine dönüp selamımı vermeden, sözleriyle kafamın üstüne şamarı yapıştırıyor; “dünyayı değiştirmek istiyorsan önce kendinden başla” diyor. “Peki” diyorum. ‘Daha bir yere yetişirken paltosunu bile almayı unutan bir adam nasıl dünyayı kurtarır’ düşüncesinden, aklımı yitiriyorum.
Bilirsiniz kahramanlar birilerini kurtarmaya gitmeden önce pelerin takarlar ama ben paltomu bile unutabiliyorum. Derinden gelen kuvvetli bir kahkaha atıyorum. Tamam paltomu unutmuş olabilirim ama az çok kendimi değiştirmeyi başarabildim. Her ne kadar büyüsem de öğrendiğim ilk şey bu oluyor; ‘onca yıl dünyayı değiştirme planları yaparken değiştirebildiğim tek şey kendim olmuşum’, fark edince Gandhi’ye bir şamar atmak istiyorum. -Bakın bunu bilebiliyorum mesela. İkinci öğrenmem gereken bir konu daha var. Bunca yükümlülüğün ve sıkıntının altından kalkabilecek miyim? İşte bunu bilmiyorum. Neyse ki imdadıma avuçlarında su taşıyan gözleri umut dolu sokak çocukları yetişiyor; “abi su alır mısın?” Bir an, o avuçların içindeki derin okyanuslara dalıyorum. Biyoloji dersinde görmüş olduğum deniz hayvanlarını ziyarete gidiyorum. İlk rastladığım kabile, ıstakoz kabilesi oluyor. Sanki beni bekliyorlarmış gibi hemen buyur ediyorlar. Başlarındaki şefleri beni yanına çağırıyor ve bağdaş kurup oturuyorum;
Bak evlat bu gördüğün makas gibi keskin ellerimi ve bu sert kabuklarımı görüyorsun değil mi? Bizim bu sert kabuklarımızın altında yumuşacık bir bedenimiz vardır. Bu bedenimiz zamanla büyür büyür ve bu sert kabuğun içine sığmaz, o zaman bizler ne yaparız bilir misin? Düşmanlarımızdan gelecek tehlikelere karşı bir mağaraya sığınır ve orada bu sert kabuklarımızı atıp yeniden kendimize daha büyük bir kabuk inşa ederiz ve bu durum sürekli olarak tekrar eder ve biz büyürüz. İşte hayattaki dertler, sıkıntılar, stresler, sorunlar da bu kabuk gibidir. Eğer ki büyüme zamanın gelmişse, yani dertler, sıkıntılar, stresler kapını çalmışsa, artık kabına sığmamaya başlarsın. O zaman kabuklarını kırman gerekir. O kabuğunu kırabilirsen, büyüdüğün ve olgunlaştığın anlaşılır. Eğer o kabukları kırmayıp ta kendi içine hapsolursan asla büyüyemezsin ve sorumluluklar ile karşılaştığında strese kapılır hemen pes edersin.
Aldığım dersleri kulağıma küpe yapıp oradan ayrılıyorum. Gözlerimi derinliklerden kaldırdığımda, tekrardan sokak çocuğunun sorusuyla karşılaştım; “abi su ister misin, abi bir avuç suyum var hadi al be nolur...” Çocuğa bakarken, birden iki şey öğrendiğimi keşfediyorum, şu anlık iyi gidiyorum. Birincisi; her şeyi değiştirmeye başlamak istiyorsam önce kendini değiştirmen gerekir, bu görev başarı ile tamamlandı. İkincisi; insanoğlunun ilk günden beri yapmış olduğu şeyi yaptım, hayvanları taklit etmeyi öğrendim. Tıpkı Kabil’in bir kuştan aldığı ders gibi. Karşılaştığım olaylar karşısında strese kapılmadan hareket etmeyi öğrenebildim. ‘Bugünlük bu kadar yeterli’ derken, gelmeyen otobüs yüzünden artık sinirlerim iyice gerilmeye başlıyor ‘yeter artık gelse de gitsek arzuladığımız yerlere’ diyorum.
Bugünün içerisinde acayip bir gariplik var, ben kendi kendime mızmızlanırken önümde, Osman Hamdi bey ve arkasında kaplumbağalar bitiyor. -Hey Allah’ım ne kadar yavaş yürüyor bunlar nereye gidiyorlar acaba, bu hızla akşama kadar on metreyi zor giderler bence. Olsun yine de tebrik etmek gerek, yavaşta gitseler varmak istedikleri yere ulaşmak için azimle ve sabırla yürüyorlar, helal olsun. Kaplumbağanın en sonda yürüyeni bana bakıp göz kırpıyor; “bir yere varmak istiyorsan sabretmen gerek, beklemeyi bil” diyor. Hey Allah’ım bugün neden herkes bana ayar veriyor böyle. Olsun yine de güzel, yani kaplumbağa da olsa haklıdır, hor görmemek gerekir.- Otobüs uzaktan görünmeye başlayınca bir heyecanla ayağa kalkıyorum. Önce benden büyüklere yer vererek hiç acele etmeden binmek için sıramı bekliyorum. Artık her şey tamamdı, bunca belirsizliğin içinde bildiğim şeylerin olduğu yere gitmenin tutkusu bana coşkunluk katıyordu, ama Osman Hamdi beyin kaplumbağası sağ olsun bana güzel bir ders vermişti. Sakin olmalıydım, yürünen yol uzundu ve sabır her şeyin başında geliyordu. ‘Galiba yavaş yavaş kahraman olmak için sağlam adımlar attığımı düşünmeye başladım’, dediğim sırada otobüsün basamaklarını tırmandım ve kartımı cebimden çıkartıp makinaya okuttum;
- Yetersiz bakiye.
- Hey Allah’ım daha yola bile çıkamıyorum napıcam ben böyle. Ihı Ihı affedersiniz acaba aranızda benim yerime kart basabilecek birileri var mı?





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu