Biliyorum,
bu sefer bazı hayal evrenlerini, tüm belirsizliklere inat biliyorum. Bunca
bilinmezliğin arasında, Protagoras’ın elinden kaçıp bilebildiğim noktalardaki
yerlere yetişmek için otobüs duraklarına koşuyorum. Bu sonu gelmek bilmeyen kış
günlerinin elbet bir çiçekle sonlanacağını, ve “bir çiçekle bahar olmaz lâkin her baharın bir çiçekle başladığını”
bildiğim noktalardayım. Kaçarken paltomu almayı unutmuşum. Kafamı kaldırıp
gökyüzüne bakınca, bulutların üşüyen bedenimi sardığını hissediyorum. Gökyüzünü
üzerime alınca avuçlarımda tuttuğum güneş içimi ısıtıyor. Kuşlar, ah kuşlar ne
kadar da özgürce uçuyorsunuz öyle; savrulan saçlarımın arasında. Saçlarım bir
değer kazanıyor böylece, kuşların sonsuz varlığına.
Otobüs
durağına vardığımda, beklemekten hiç haz edilmeyen dakikaları, bir girdap derinliğinde
hissediyorum. “Hadiii, gel artık nerede
kaldı bu otobüs” serzenişlerimi birden, içimde isimsiz hükümler sahibi, tüm
otobüslere armağan ediyorum. Ne kadar sabırsızmışım bugüne kadar hiç bilmezdim.
Sonra aniden küçükken dünyayı değiştirme planları yaptığım hayallerim aklıma
geliyor. Artistik yaparak beylik laflar ettiğim hayaller. Fazla masum ve
çocuksu güzellikler taşıyan hayaller. “Öhö
öhö”. Yan tarafımda oturan ve benim gibi otobüs bekleyen Gandhi dikkatimi
çekmeyi başarıyor. Daha ben kendisine dönüp selamımı vermeden, sözleriyle
kafamın üstüne şamarı yapıştırıyor; “dünyayı
değiştirmek istiyorsan önce kendinden başla” diyor. “Peki” diyorum. ‘Daha bir yere yetişirken paltosunu bile almayı unutan
bir adam nasıl dünyayı kurtarır’ düşüncesinden, aklımı yitiriyorum.
Bilirsiniz
kahramanlar birilerini kurtarmaya gitmeden önce pelerin takarlar ama ben
paltomu bile unutabiliyorum. Derinden gelen kuvvetli bir kahkaha atıyorum.
Tamam paltomu unutmuş olabilirim ama az çok kendimi değiştirmeyi başarabildim.
Her ne kadar büyüsem de öğrendiğim ilk şey bu oluyor; ‘onca yıl dünyayı
değiştirme planları yaparken değiştirebildiğim tek şey kendim olmuşum’, fark edince
Gandhi’ye bir şamar atmak istiyorum. -Bakın bunu bilebiliyorum mesela. İkinci
öğrenmem gereken bir konu daha var. Bunca yükümlülüğün ve sıkıntının altından
kalkabilecek miyim? İşte bunu bilmiyorum. Neyse ki imdadıma avuçlarında su
taşıyan gözleri umut dolu sokak çocukları yetişiyor; “abi su alır mısın?” Bir an, o avuçların içindeki derin okyanuslara
dalıyorum. Biyoloji dersinde görmüş olduğum deniz hayvanlarını ziyarete
gidiyorum. İlk rastladığım kabile, ıstakoz kabilesi oluyor. Sanki beni
bekliyorlarmış gibi hemen buyur ediyorlar. Başlarındaki şefleri beni yanına
çağırıyor ve bağdaş kurup oturuyorum;
‘Bak evlat bu gördüğün makas gibi keskin ellerimi
ve bu sert kabuklarımı görüyorsun değil mi? Bizim bu sert kabuklarımızın
altında yumuşacık bir bedenimiz vardır. Bu bedenimiz zamanla büyür büyür ve bu
sert kabuğun içine sığmaz, o zaman bizler ne yaparız bilir misin?
Düşmanlarımızdan gelecek tehlikelere karşı bir mağaraya sığınır ve orada bu
sert kabuklarımızı atıp yeniden kendimize daha büyük bir kabuk inşa ederiz ve
bu durum sürekli olarak tekrar eder ve biz büyürüz. İşte hayattaki dertler,
sıkıntılar, stresler, sorunlar da bu kabuk gibidir. Eğer ki büyüme zamanın gelmişse,
yani dertler, sıkıntılar, stresler kapını çalmışsa, artık kabına sığmamaya
başlarsın. O zaman kabuklarını kırman gerekir. O kabuğunu kırabilirsen,
büyüdüğün ve olgunlaştığın anlaşılır. Eğer o kabukları kırmayıp ta kendi içine hapsolursan
asla büyüyemezsin ve sorumluluklar ile karşılaştığında strese kapılır hemen pes
edersin.’
Aldığım
dersleri kulağıma küpe yapıp oradan ayrılıyorum. Gözlerimi derinliklerden
kaldırdığımda, tekrardan sokak çocuğunun sorusuyla karşılaştım; “abi su ister misin, abi bir avuç suyum var
hadi al be nolur...” Çocuğa bakarken, birden iki şey öğrendiğimi
keşfediyorum, şu anlık iyi gidiyorum. Birincisi; her şeyi değiştirmeye başlamak
istiyorsam önce kendini değiştirmen gerekir, bu görev başarı ile tamamlandı.
İkincisi; insanoğlunun ilk günden beri yapmış olduğu şeyi yaptım, hayvanları
taklit etmeyi öğrendim. Tıpkı Kabil’in bir kuştan aldığı ders gibi.
Karşılaştığım olaylar karşısında strese kapılmadan hareket etmeyi öğrenebildim.
‘Bugünlük bu kadar yeterli’ derken, gelmeyen otobüs yüzünden artık sinirlerim
iyice gerilmeye başlıyor ‘yeter artık gelse de gitsek arzuladığımız yerlere’
diyorum.
Bugünün
içerisinde acayip bir gariplik var, ben kendi kendime mızmızlanırken önümde,
Osman Hamdi bey ve arkasında kaplumbağalar bitiyor. -Hey Allah’ım ne kadar
yavaş yürüyor bunlar nereye gidiyorlar acaba, bu hızla akşama kadar on metreyi
zor giderler bence. Olsun yine de tebrik etmek gerek, yavaşta gitseler varmak
istedikleri yere ulaşmak için azimle ve sabırla yürüyorlar, helal olsun.
Kaplumbağanın en sonda yürüyeni bana bakıp göz kırpıyor; “bir yere varmak
istiyorsan sabretmen gerek, beklemeyi bil” diyor. Hey Allah’ım bugün neden
herkes bana ayar veriyor böyle. Olsun yine de güzel, yani kaplumbağa da olsa
haklıdır, hor görmemek gerekir.- Otobüs uzaktan görünmeye başlayınca bir
heyecanla ayağa kalkıyorum. Önce benden büyüklere yer vererek hiç acele etmeden
binmek için sıramı bekliyorum. Artık her şey tamamdı, bunca belirsizliğin
içinde bildiğim şeylerin olduğu yere gitmenin tutkusu bana coşkunluk katıyordu,
ama Osman Hamdi beyin kaplumbağası sağ olsun bana güzel bir ders vermişti.
Sakin olmalıydım, yürünen yol uzundu ve sabır her şeyin başında geliyordu.
‘Galiba yavaş yavaş kahraman olmak için sağlam adımlar attığımı düşünmeye
başladım’, dediğim sırada otobüsün basamaklarını tırmandım ve kartımı cebimden
çıkartıp makinaya okuttum;
-
Yetersiz bakiye.
-
Hey Allah’ım daha yola bile çıkamıyorum napıcam ben böyle. Ihı Ihı affedersiniz
acaba aranızda benim yerime kart basabilecek birileri var mı?
Yorumlar
Yorum Gönder