Ana içeriğe atla

SORGUNUN YARGICI - İLTÜZER OKAN

    
 Takvimde gün Fötr Şapka... İrade şehrinde, şizofreni hastası olan 416 yaşındaki Vicdan Sorgusuz, 382 yaşındaki Karanfil Kokulu’yu 0.3 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Katil mahkemede, dinozoru bile incitemeyeceğini söyleyince, Merhamet Kokulu kızının katiline; “cennet bahçelerinde yanacaksın” diyerek sitem etti!
Bir dosya daha işte, yapıtaşların yeniden oturtulup toplum rollerinin yeniden dağıtılacağı bir dosya daha... Detayda şekilleniyor kavramlar. Suçlunun ikinci cinayeti olduğunu öğrendim. İlk kurbandan sonra alınması gereken önlemler sorgulanıyor zihnimde, ve ben boş bir sayfaya bakıyorum sadece. Dosyayı masanın bir köşesinde 2. sayfası açık halde bırakıyor ve sarı, çizgisiz bir kağıt çıkarıyorum çekmecemden. Yazılı kanunları da kaldırdım bir rafa, vicdanımın kırmızı kalemiyle yazmaya başlıyorum. İlk olarak sanık iddiasıyla yargılanan Vicdan Sorgusuz ile konuşuyorum. Şizofren diye işlenmiş dosyaya, ‘neden’ demeden önce ‘ne yaptığını’ sormak istiyorum ona, ‘ne yaptığının farkında mı’ diye... “Öldürdüm” diyor. “Kimi öldürdün?” diyorum, “onu” diyor. Demek ki aklı başında öldürmüş, ve öldüresiye gitmiş. “Neden yaptığını anlat” diyorum. “Karısını öldürdüm, o bana tecavüz etti ben de onun karısını öldürdüm” diyor. “Öldürdüğün kişinin sana tecavüz edenin karısı olduğunu nasıl anladın?” deyince ifadesi donuklaşıyor. Sanki neden yaptığından ziyade ne yaptığını idrak edercesine bir bakış görüyorum gözlerinde. Aklı başında öldürmüş fakat aklı başında değilken karar almış. “Pişmanım” diyor, kafasını kaldırıp ardından masum olduğunu kanıtlamak ister gibi, sonra da eğiyor başını yere. Öldürmekten mi pişman yoksa yanlış kişiyi öldürdüğüne mi, karar veremiyorum. Raskolnikov selamlıyor suçluyu, ve; “ilkini yine öldürürdüm fakat ikincisi masumdu, sadece o masumu öldürdüğüm için pişmanım” diyor. Bu sahneye şahit olmam bana ilk cinayetinin bu olmadığını tekrar anımsatırken, ikinci ihtimal daha ağır basıyor ve kendi içimde Karanfil’e dönüyorum. Ölmemiş olsaydı eğer o an yaşadıklarını nasıl anlatırdı derken, ruhundan zorla koparılmış masum bedeni geliyor gözümün önüne; bir an silkelenip kendime geliyorum ve Karanfil’in babası Merhamet’e ilişiyor gözlerim, acıya olan kayıtsızlığından kaskatı kesilmiş bedeniyle ikiz çocukları yansıtır gibi; bakıyor boşluğa. 
Sarı kâğıda notlarımı bir bir alırken vakayı aklımla mı yoksa kalbimle mi tartmam gerektiği konusunda muallakta kalıyorum. En başından itibaren es geçilemeyecek nokta Vicdan Sorgusuz’un şizofren olmasıydı. Aklının başında olup olmadığı herkes tarafından sorgulanmıştı. Başa döndüm,  cinayeti aklı başında işledi ve bunu reddetmedi, kalbi başında olsaydı eğer hem aklı bu kadar çaresiz kalmazdı hem de soğukkanlılığını 0.3 yerinden bıçaklayana kadar koruyamazdı. ‘Vicdanın akılda mı yoksa kalpte mi olduğuna dair sorumun cevabını buluyorum; vicdan kalpteydi ve bir sorgunun yargısı kalpte yapılırdı’. Vicdan akılda olsaydı aklı başında olarak öldüremezdi. Kalbi başında değildi, kalbi ile aklının bağlantısı koptuğu için “vicdansızca” öldürmüştü. Kalp gidince akıl da gitmişti işte. Dosyayı önüme aldım, 100. sayfadan sonraki 1. sayfanın sol alt köşesine kırmızı kalemle boynundan kırılmış bir çiçek çizdim. Karanfil gibi taze ama tazeliğinin onu kurtaramadığı noktada; boynu bükük... Marquez beyin dosyasının 416. sayfasına bakarken buluyorum kendimi, “bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım” notunu okuyor ve cümleye vicdan parantezini açıyorum: ‘Vicdan kalptedir, kalpte düşünür’ diyerek, davaya son virgülü koyuyorum. 
NOT: Gabriel Garcia Marquez’e ithafen...
Kaynak:
Dostoyevski, F.M. (2018). “Suç ve Ceza”, Çev. Sabri Gürses, İstanbul: Can Yayınları. 
Marquez, G.G. (2016). “Kırmızı Pazartesi”, Çev. İnci Kut, İstanbul: Can Yayınları. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu