Ana içeriğe atla

TAKOZ (2. KISIM) - MUZAFFER BİLSİN


Çok sessiz ölümlerle bezediğim ve uzun düşüncelerle geçen otobüs yolculuğunun sonunda, ‘son durak’ olarak adını bilmediğim bir şehre çoktan varmıştık. Düşünme eyleminin yoruculuğunu koltuğumdan kalkınca daha net hissettim. Ayağa kalkınca kararan gözlerim ve içimde asla tutamadığım ışıkların kayboluşu belirdi. Kaptana doğru seslenerek ‘kaptan beni müsait bir yerde indir’ dedikten sonra kaptan beni şehrin meydanında bıraktı. Otobüsün basamaklarından iner inmez kendimi bir koyun sürüsünün içinde buldum. ‘Ne oluyor arkadaş bunlarda ne böyle, şehre mi geldik yoksa köye mi belli değil’ der demez sürünün çobanını gördüm. Bu çoban, elinde bir fener ile dolaşan Diogenes’di. Söylediklerimi duymuş olacak ki bana doğru bağırarak: “Hey, evlat sen” diye seslendi.
- “Bana mı diyorsun bey amca buyur” dedikten sonra kaşlarını çatarak; “burada senle benden başka birisi yoktur tabii ki sana sesleniyorum”, diye çıkıştı. Ne kadar da sinirli bir adammış arkadaş böyle; “buyur bey amca seni dinliyorum”.
- “Bana bak koyunlarımla doğru konuş, onlar seni duyabiliyor ve söylediklerini anlayabiliyorlar, alınabilirler, dikkatli ol” dedi.
- Aman amca gözünü seveyim onlar hayvan beni nasıl anlasınlar ki?
- Sen nasıl küstah bir gençsin böyle, benim yalancı mı olduğumu iddia ediyorsun.
- Estağfurullah bey amca, ben sadece onların hayvan olduğunu ve beni anlamayacaklarını söyledim.
- Sus daha fazla konuşma, senin gibi cahil-cühela birisinin bu şehirde ne işi var konuş bakalım.
- Şeyyy, ben, ben kahraman olmak için yola çıktım ve az önce buradan geçen otobüse binip nereye gittiğimi bilmeden buraya geldim, ama şu an nasıl bir yol izleyeceğimi bilmiyorum, bana yardımcı olur musunuz?
- Ha ha ha... Demek kahraman olmak için buraya geldin. Yazık çok yazık, sen bilmiyor musun kahraman olunmaz kahraman doğulur. Bu cahillikle gidersen hiçbir şey olamazsın. Yani işin zor öyle kahraman olacağım demekle kahraman olunmuyor maalesef.
Arkadaş adamın içine İlber Ortaylı kaçmış sanki bu ne böyle.
- E peki ne yapmalıyım.
- Hadi yine iyisin, iyi birisine denk geldin. Önce al şu feneri ve içine yani ruhuna ışık tut bakalım, o gözlerinde gördüğüm karanlıklarda neler var önce onları gör. Ardından da beni takip et, seni bir kuru temizlemeciye götürmem gerek. İyice temizlenmek için...
- Kuru temizlemeci mi, şaka yapıyorsun herhalde. E bari şu koyunları bir yere bıraksaydık.
- Sana daha kaç kez söyleyeceğim, koyunlarıma karışma diye...
- Tamam tamam kızma hadi gidelim...
Önde Diogenes, arkasında koyunlar ve en arkada ben ağır ağır yürümeye başladık. Bir yandan fenere bakıyor bir yandan da acaba bu fenerin ışığını nasıl içime tutabilirim diye kara kara düşünüyordum. Şehrin arka sokaklarında kaybolurken, çıkmaz bir sokağa girdik. Sokağın sonunda altı minareli bir cami vardı, caminin hemen on metre berisinde de bir kuru temizlemeci. Kuru temizlemecinin önüne vardığımda ‘hadi canım, yok artık, bu gerçek olamaz’ diye bağırdım. Hep derlerdi de inanmazdım, “Eğer Küçük Prens bir gün dünyada yaşamaya başlarsa yapacağı ilk iş bir kuru temizlemeci açmak olurdu ve o kuru temizlemecide ‘Kalp ve Ruh’ temizliği yapar” derlerdi. Sahiden de bu gerçekmiş. Kuru temizlemecinin tabelasında kocaman harflerle ‘KÜÇÜK PRENS KURU TEMİZLEMEYE HOŞ GELDİNİZ; İTİNA İLE KALP VE RUH TEMİZLİĞİ YAPILIR’ yazıyordu. Diogenes beni kuru temizlemecinin kapısının önünde bıraktı; “evlat benim görevim buraya kadar, artık gerisi sende. O elinde tuttuğun feneri asla kaybetme, gün gelir karanlıklarda kalırsın işte o zaman o fenere bak ve yolunu aydınlat” dedi.
- Ama siz bu fenerle insanlığı aramaya çıkmadınız mı yani fener size daha çok gerek olacak.
- Sen merak etme evlat ben o insanlığı buldum, ben o insanlığı buldum.
Ben tabelada okuduğum yazının şokunu atlatmaya çalışırken Diogenes’e teşekkür etmeyi unuttum, zaten edemezdim de. Çünkü adam çoktan koyunlarıyla birlikte uzaklaşmıştı bile. Arkamı dönüp Küçük Prens’in dükkânına girmek için kapıya doğru yöneldiğimde kapının üzerindeki not beni bir hayli gülümsetti; “Ödemelerimiz Çiçekle Yapılmaktadır”. Kapıyı açıp içeriye girince selam verdim. Küçük Prens beni ayakta karşıladı.
- Hoş geldin, otur bakalım şöyle. Nasılsın, yolculuk nasıl geçti? Göstermiş olduğu koltuğa oturup rahatlamaya çalışırken, çölde arkadaşlık bağı kurduğu tilki Küçük Prense sırnaşarak yanına sokuldu.
- Bir dakika, sen beni nereden tanıyorsun, yolculuktan geldiğimi nereden biliyorsun?
- Bir insanı tanımak için illa adını sanını bilmeye gerek yoktur. İnsanın ruhu ve kalbi o insanın kim olduğunu ele verir, bunu sakın unutma ve senin buraya ne için geldiğini iyi biliyorum. Şimdi anlat bakalım gerçekten de kahraman olmak istiyor musun istemiyor musun?
- Tabii ki de istiyorum o yüzden buradayım.
- O zaman önce senin şu ruhunu ve kalbini bir temizleyelim ondan sonrasını düşünürüz.
- Peki nasıl olacak o iş tam olarak! Oturduğu koltuktan ayağa kalkıp yanıma doğru yaklaştı ve elinde tuttuğu tozları üzerime doğru savurmaya başladı. O anda ne olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama; yere doğru yığıldığımı hatırlar gibiyim. Gözlerimi açtığımda kendimi dükkânın arka tarafında bir sedyenin üzerinde uzanırken buldum. Başucumda Küçük Prens uyanmamı bekliyordu. Gözlerimi açar açmaz:
- İşlem tamamdır. Ruhunu ve Kalbini aldım çamaşır makinasına attım yarına hazır olur, gel al.
- Benimle dalga geçmiyorsun değil mi?
- Tabii ki de hayır, inanmıyorsan Tilki’ye sor. Küçük Prens öyle deyince, içimde tarifi anlatılmaz bir boşluk hissettim. Sahiden de ruhumu ve kalbimi almış mıydı? Neyse sağlık olsun artık, ne diyelim, en azından temizleniyor.
- Tamam tamam inandım ama benim başım çok ağrıyor normal mi bu?
- Evet, normal.
- Peki ödeme işini nasıl yapacağız? Kapıya ödemelerimiz çiçekle yapılmaktadır yazmışsın.
- Evet en sevdiğim kısım bu işte! Ödemelerimizi çiçekle alıyoruz. Ben sana yarın kalbini ve ruhunu teslim ediyorum sende gidip benim sana söylediğim çiçeği alıp bana getiriyorsun bu şekilde ödeşmiş oluyoruz.
- Para versem olmaz mı, daha çok işine yarar hem ne yapacaksın ki çiçekleri.
- Kusura bakma kardeş ben parayı mezara mı götüreceğim, bana çiçek gerek. Biliyorsun kâğıt fiyatları yüzünden kitap satışları iyi gitmeyince bende burada dükkân açmaya karar verdim. Yaptığım iş karşılığında da çiçek alıyorum, aldığım çiçekleri de bir gün tekrar gezegenime geri döndüğümde oraya götürmek için biriktiriyorum. 
- Peki hangi çiçeği istiyorsun?
- ‘Unutma beni’ çiçeğini. Yalnız şöyle bir sıkıntı var bu çiçek sadece Toroslarda yetişiyor oraya gidip çiçeği alıp gelmezsen temizlenmiş kalbin ve ruhun eski haline döner. Yarın kalbini ve ruhunu aldıktan sonra yola çıkarsın ve unutmaman gereken bir konu daha var, o dağda yaşayan ‘Mavi Gözlü’ bir dev var, ve bu dev bu çiçeği almaya kalkan herkesten bir bedel istiyormuş. Dikkatli ol, acele karar verme, vazgeçeceğin şey senin bütün hayatını mahvedebilir...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu