Çok sessiz ölümlerle
bezediğim ve uzun düşüncelerle geçen otobüs yolculuğunun sonunda, ‘son durak’
olarak adını bilmediğim bir şehre çoktan varmıştık. Düşünme eyleminin
yoruculuğunu koltuğumdan kalkınca daha net hissettim. Ayağa kalkınca kararan
gözlerim ve içimde asla tutamadığım ışıkların kayboluşu belirdi. Kaptana doğru
seslenerek ‘kaptan beni müsait bir yerde indir’ dedikten sonra kaptan beni
şehrin meydanında bıraktı. Otobüsün basamaklarından iner inmez kendimi bir
koyun sürüsünün içinde buldum. ‘Ne oluyor arkadaş bunlarda ne böyle, şehre mi
geldik yoksa köye mi belli değil’ der demez sürünün çobanını gördüm. Bu çoban,
elinde bir fener ile dolaşan Diogenes’di. Söylediklerimi duymuş olacak ki bana
doğru bağırarak: “Hey, evlat sen” diye seslendi.
- “Bana mı diyorsun bey amca buyur”
dedikten sonra kaşlarını çatarak; “burada senle benden başka birisi yoktur
tabii ki sana sesleniyorum”, diye çıkıştı. Ne kadar da sinirli bir adammış
arkadaş böyle; “buyur bey amca seni dinliyorum”.
- “Bana bak koyunlarımla doğru konuş,
onlar seni duyabiliyor ve söylediklerini anlayabiliyorlar, alınabilirler,
dikkatli ol” dedi.
- Aman amca gözünü seveyim onlar hayvan
beni nasıl anlasınlar ki?
- Sen nasıl küstah bir gençsin böyle,
benim yalancı mı olduğumu iddia ediyorsun.
- Estağfurullah bey amca, ben sadece
onların hayvan olduğunu ve beni anlamayacaklarını söyledim.
- Sus daha fazla konuşma, senin gibi
cahil-cühela birisinin bu şehirde ne işi var konuş bakalım.
- Şeyyy, ben, ben kahraman olmak için yola
çıktım ve az önce buradan geçen otobüse binip nereye gittiğimi bilmeden buraya
geldim, ama şu an nasıl bir yol izleyeceğimi bilmiyorum, bana yardımcı olur
musunuz?
- Ha ha ha... Demek kahraman olmak için
buraya geldin. Yazık çok yazık, sen bilmiyor musun kahraman olunmaz kahraman
doğulur. Bu cahillikle gidersen hiçbir şey olamazsın. Yani işin zor öyle
kahraman olacağım demekle kahraman olunmuyor maalesef.
Arkadaş
adamın içine İlber Ortaylı kaçmış sanki bu ne böyle.
- E peki ne yapmalıyım.
- Hadi yine iyisin, iyi birisine denk
geldin. Önce al şu feneri ve içine yani ruhuna ışık tut bakalım, o gözlerinde
gördüğüm karanlıklarda neler var önce onları gör. Ardından da beni takip et,
seni bir kuru temizlemeciye götürmem gerek. İyice temizlenmek için...
- Kuru temizlemeci mi, şaka yapıyorsun
herhalde. E bari şu koyunları bir yere bıraksaydık.
- Sana daha kaç kez söyleyeceğim,
koyunlarıma karışma diye...
- Tamam tamam kızma hadi gidelim...
Önde Diogenes, arkasında
koyunlar ve en arkada ben ağır ağır yürümeye başladık. Bir yandan fenere
bakıyor bir yandan da acaba bu fenerin ışığını nasıl içime tutabilirim diye
kara kara düşünüyordum. Şehrin arka sokaklarında kaybolurken, çıkmaz bir sokağa
girdik. Sokağın sonunda altı minareli bir cami vardı, caminin hemen on metre
berisinde de bir kuru temizlemeci. Kuru temizlemecinin önüne vardığımda ‘hadi
canım, yok artık, bu gerçek olamaz’ diye bağırdım. Hep derlerdi de inanmazdım, “Eğer Küçük Prens bir gün dünyada yaşamaya
başlarsa yapacağı ilk iş bir kuru temizlemeci açmak olurdu ve o kuru
temizlemecide ‘Kalp ve Ruh’ temizliği yapar” derlerdi. Sahiden de bu
gerçekmiş. Kuru temizlemecinin tabelasında kocaman harflerle ‘KÜÇÜK PRENS KURU
TEMİZLEMEYE HOŞ GELDİNİZ; İTİNA İLE KALP VE RUH TEMİZLİĞİ YAPILIR’ yazıyordu.
Diogenes beni kuru temizlemecinin kapısının önünde bıraktı; “evlat benim
görevim buraya kadar, artık gerisi sende. O elinde tuttuğun feneri asla
kaybetme, gün gelir karanlıklarda kalırsın işte o zaman o fenere bak ve yolunu
aydınlat” dedi.
- Ama siz bu fenerle insanlığı aramaya
çıkmadınız mı yani fener size daha çok gerek olacak.
- Sen merak etme evlat ben o insanlığı
buldum, ben o insanlığı buldum.
Ben tabelada okuduğum
yazının şokunu atlatmaya çalışırken Diogenes’e teşekkür etmeyi unuttum, zaten
edemezdim de. Çünkü adam çoktan koyunlarıyla birlikte uzaklaşmıştı bile. Arkamı
dönüp Küçük Prens’in dükkânına girmek için kapıya doğru yöneldiğimde kapının
üzerindeki not beni bir hayli gülümsetti; “Ödemelerimiz
Çiçekle Yapılmaktadır”. Kapıyı açıp içeriye girince selam verdim. Küçük
Prens beni ayakta karşıladı.
- Hoş geldin, otur bakalım şöyle.
Nasılsın, yolculuk nasıl geçti? Göstermiş olduğu koltuğa oturup rahatlamaya
çalışırken, çölde arkadaşlık bağı kurduğu tilki Küçük Prense sırnaşarak yanına
sokuldu.
- Bir dakika, sen beni nereden tanıyorsun,
yolculuktan geldiğimi nereden biliyorsun?
- Bir insanı tanımak için illa adını
sanını bilmeye gerek yoktur. İnsanın ruhu ve kalbi o insanın kim olduğunu ele
verir, bunu sakın unutma ve senin buraya ne için geldiğini iyi biliyorum. Şimdi
anlat bakalım gerçekten de kahraman olmak istiyor musun istemiyor musun?
- Tabii ki de istiyorum o yüzden buradayım.
- O zaman önce senin şu ruhunu ve kalbini
bir temizleyelim ondan sonrasını düşünürüz.
- Peki nasıl olacak o iş tam olarak!
Oturduğu koltuktan ayağa kalkıp yanıma doğru yaklaştı ve elinde tuttuğu tozları
üzerime doğru savurmaya başladı. O anda ne olduğunu tam olarak hatırlamıyorum
ama; yere doğru yığıldığımı hatırlar gibiyim. Gözlerimi açtığımda kendimi dükkânın
arka tarafında bir sedyenin üzerinde uzanırken buldum. Başucumda Küçük Prens
uyanmamı bekliyordu. Gözlerimi açar açmaz:
- İşlem tamamdır. Ruhunu ve Kalbini aldım
çamaşır makinasına attım yarına hazır olur, gel al.
- Benimle dalga geçmiyorsun değil mi?
- Tabii ki de hayır, inanmıyorsan Tilki’ye
sor. Küçük Prens öyle deyince, içimde tarifi anlatılmaz bir boşluk hissettim.
Sahiden de ruhumu ve kalbimi almış mıydı? Neyse sağlık olsun artık, ne diyelim,
en azından temizleniyor.
- Tamam tamam inandım ama benim başım çok
ağrıyor normal mi bu?
- Evet, normal.
- Peki ödeme işini nasıl yapacağız? Kapıya
ödemelerimiz çiçekle yapılmaktadır yazmışsın.
- Evet en sevdiğim kısım bu işte!
Ödemelerimizi çiçekle alıyoruz. Ben sana yarın kalbini ve ruhunu teslim
ediyorum sende gidip benim sana söylediğim çiçeği alıp bana getiriyorsun bu
şekilde ödeşmiş oluyoruz.
- Para versem olmaz mı, daha çok işine
yarar hem ne yapacaksın ki çiçekleri.
- Kusura bakma kardeş ben parayı mezara mı
götüreceğim, bana çiçek gerek. Biliyorsun kâğıt fiyatları yüzünden kitap
satışları iyi gitmeyince bende burada dükkân açmaya karar verdim. Yaptığım iş
karşılığında da çiçek alıyorum, aldığım çiçekleri de bir gün tekrar gezegenime
geri döndüğümde oraya götürmek için biriktiriyorum.
- Peki hangi çiçeği istiyorsun?
- ‘Unutma beni’ çiçeğini. Yalnız şöyle bir
sıkıntı var bu çiçek sadece Toroslarda yetişiyor oraya gidip çiçeği alıp
gelmezsen temizlenmiş kalbin ve ruhun eski haline döner. Yarın kalbini ve
ruhunu aldıktan sonra yola çıkarsın ve unutmaman gereken bir konu daha var, o
dağda yaşayan ‘Mavi Gözlü’ bir dev var, ve bu dev bu çiçeği almaya kalkan
herkesten bir bedel istiyormuş. Dikkatli ol, acele karar verme, vazgeçeceğin
şey senin bütün hayatını mahvedebilir...
Yorumlar
Yorum Gönder