Ana içeriğe atla

VİCDAN MAHKEMESİ - BURAK YALÇIN


Kollarına sarılmış iki ruhsuzla birlikte sırdaş olduğu duvarlara selam vere vere ilerliyordu. Sanki burada gülmeyi Allah yasaklamıştı. Her koridordan acı acı ağlamalar yükseliyordu. Sadece çocuklar gülüyordu, çünkü çocuklar bu hayatın tek suçsuz varlıklarıydı. Herkes mi suçluydu bu hayatta bilinmez, fakat orada sadece suçlu denilen insanlar vardı.  
Mübaşir sigaradan kalınlaşmış sesiyle “Sanık Rıza Doğru!” diye bağırdı. Kapı açıldı. Bütün meraklı gözler kapıya çevrildi. İnsanların neler konuştuğunu tahmin etmek çok da zor değildi. Ne de olsa insanlar, sadece gördükleriyle ya da duyduklarıyla yargılar. Kalplerin içindeki gerçekleri göremeyecek kadar körlerdir. Zaten orayı sadece Allah görmez mi?
İçeri girdi, insanları çok iyi tanıyordu. Yargısız infaz onların en iyi bildiği işti. Gözlerine bakıp onlardan daha fazla nefret etmek istemiyordu. Bu yüzden başını yerden -hiç- kaldırmadan sanık kürsüsüne geçti. Üzerinde düğününde giydiği siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat ve siyah bir iskarpin ayakkabı vardı. Bunların mahkemeye karşı birer saygı göstergesi olduğunu düşündü. İnsanlar neden dış görünüşe çok önem veriyordu ki? Bunlara cevap verebilmek kolay değildi.
Pos bıyıkları sigaradan sararmış, yüzünde yaşlılığın verdiği derin kırışıklıkları olan ve sanki hayatında hiç gülmemiş yüz ifadesiyle Hâkim Bey içeri girdi. Herkes ayağa kalktı. Bütün konuşmalar sona erdi. Peki ya yüreğin, aklın konuşması... Onları hangi güç susturabilirdi ki. Ölüm mü? Bilmem, olabilir. Celaleddin Rûmi’nin, “Bazen sesini duyurabilmen için, susman gerekir” sözü aklına geldi. Şimdi kim diyebilir onun aklı, kalbi ölü diye. Bakın ‘hâlâ bizimle konuşuyor’ diye geçirdi içinden.
Hâkim masadaki gözlüğün kirli camını silerek devam etti: “Celseyi başlatıyorum. Tarafların tanıtılması.” dedi. Kâtip, sanık ve müştekinin bilgilerini okumaya başladı: “Sanık Rıza Doğru; Ahmet’ten olma, Rahime’den doğma, 165467**** TC numaralı, 14.01.1986 doğumlu...” diye devam ediyordu kâtip.
Rıza bunları yere bakarak dinliyordu. Annesinin ismini duyunca irkildi. Çocukluğu geldi aklına. Köyde yetişmişti. Babası ve annesi hayvancılık yapardı. Rıza koyunların melemesini duya duya büyüdü. Onun ninnisi bu seslerdi. 1994 Nisan ayının ortasında köylerinin meşhur Pasta Dağı’nda koyunlarını güderlerken koyunlardan biri avcıların kurduğu tuzağa düşmüş, ayağı kırılmıştı. Annesi koyunun sesini duyunca can havliyle koşarak yanına gitmişti. Yazmasını başından çıkarmış, koyunun kanaması dursun diye bacağına sıkıca bağlamıştı. Rıza’ya dolu gözleriyle bakarak: “Koşup babana söyle, Remzi ağabeyimin traktörünü alıp geliversin.” dedi. Rıza koyunların arasından babasına koştu, olanları ona anlattı. Annesinin yanına döndüğünde koyun ölmüştü. Annesinin hıçkıra hıçkıra ağladığını gördü. Annesinin ismi boşuna Rahime değildi. Anneler farklıydı. Rıza için Allah’ın kulları arasında en merhametlisi annesiydi. Bir koyun için ağlayan annesi Rahime... 
Kâtip tarafları tanıtırken bunları geçiriyordu aklından. Düşündü: “Acaba koyun için ağlayanlar varken, insan için de ağlayan var mıdır bu dünyada?”
Hâkim kendinden emin bir tavırla savcıdan suçlamaları dinlemeye başlamıştı. Rıza’nın elleri sanık kürsüsüne dayalı bir biçimde duruyorken savcının kalbine saplanmak için dudaklarından fırlayan zehirli kelimeleri dinliyordu. Savcının konuşması bitince Hâkim’in kaşlarının biri kalkık bir şekilde: “Sanık Rıza Doğru, suçlamaları kabul ediyor musun? Savunmanı dinliyorum.” dedi.
Derin bir nefes alarak: “Hâkim Bey bizim oralarda birini sevmek zordur. Bizim memleketteki dağların rüzgârları sert, kayaları dik ve yalçındır. Hani savaşta düşmanın kurşunlarından kaçmak, saklanmak için siper kazarız ve orda korunuruz ya. Bizim yüreğimize de aşkın, sevginin, merhametin geçmesine bu dağlar siper olur. Biz insanların yüzüne gülerek, sevgi sözcükleri söyleyerek yüzünü kaybedenlerden olmadık Hâkim Bey. Neden bunları söylediğime geleyim. Bir gün gece davarları ahıra götürürken bir kız çığlığı duydum. Köpeklerimle birlikte çığlığa, koşarak gittim. Hüseyin Ağa kızı olan Bergüzar’ı sokak ortasında dövüyordu. Bergüzar entarisi parçalanmış, ağzından kan kusarak babasına yalvar yakar bir şeyler söylüyordu. Tam bir tokat daha vuracakken kolunu tuttum, “Ne yapıyorsun Hüseyin Ağa, nedir bu hâl, ayıp oluyor ahaliye!” dedim. O da “Sen karışma, salyalı köpeklerini de al git davarlarınla uğraş!” diyerek kızın elinden tutup, sürükleyerek götürmeye başladı. O an Bergüzar simsiyah gözleriyle bana öyle bir baktı ki anlattığım siperler yerle bir olup hükmen mağlup oldu, duygularım aklımdan kalbime indi. Sonradan öğrendim ki Hüseyin Ağa o gece köylüce pek sevilmeyen Vedat ile Bergüzar’ı nahoş bir şekilde görmüş, sorgu sual etmeden vurmaya başlamış, ben de o sesleri duyup gitmişim yanlarına.”
Hâkim sinirli sinirli sağ elini avuç içi kendisine bakacak şekilde kaldırarak: “Sen ne anlatıyorsun evladım, olay zamanı neler yaşandı, neden yaptın veya yapmadıysan savunmanı yap ki değerlendirmeye alalım.” dedi.
“Hâkim Bey bunları anlatmazsam derdimi tam izah edemem. İzin buyurursanız devam edeyim.” Hâkim, hafif yumuşamış, fakat çok da belli etmemeye uğraşarak: “Tamam, buyur bakalım, anlatmaya devam et!” dedi.
“Teşekkür ederim Hâkim Bey.” Avuç içlerindeki terleri mendiliyle silerek anlatmasına devam etti: “Bu olayı Bergüzar’ın abileri de öğrenmişti. Sözüm ona bizim ahalide kendi çapında ar, namus çok önemlidir. Abilerine kutsal görev verilmişti. Vedat’ı öldürmeyecekler ama komalık edecek kadar döveceklerdi. Dediklerini de yaptılar. Vedat’ı öyle bir dövmüşler ki komaya giren Vedat topal ve çolak kalmış, aklı da biraz gitti diyorlardı. Komadan çıktıktan sonra onu kimseler görmemişti. Bu olayın ardından aylar geçmişti. Bu geçen süre içinde de Bergüzar’ı hiç görmemiştim. Duyduğuma göre zaten evden çıkmasına izin vermiyorlar, çıksa dahi yanında abileri oluyormuş. En büyük abisi olan Abdullah ile biraz dostluğumuz vardı. Yine bir gün davarları otlatırken Abdullah’ı gördüm, koşar adım gittiğini görünce sesleniverdim ama yüzüme bakmadan “Telaşım var Rıza!” diye bağırdı. Ben de “Neyin telaşı bu, hayır mı?” dedim. “Bergüzar’ı ev...” lafı bitmeden aşağı sokağa dalarak gözden kayboluverdi. Akşam eve varınca anamdan Bergüzar’ı Vedat’la evlendireceklerini öğrenince irkildim. Hani insanın sadece kendi kendine kalması gereken anlar vardır. İşte o anı yaşadım o uzun gecede Hâkim Bey. O gece başım yastığa dayalı bir şekilde, odaya düşen ay ışığındaki devinen yaprak gölgelerini izlerken, buz dağına benzettiğim kalbimin gözyaşlarımın sıcaklığıyla eridiğini hissettim. Artık aklımla değil kalbimle düşünebiliyordum. Yıllarca kullanmadığım kalbimi hatırlamıştım.”
Son cümlesini söylerken annesi Rahime’nin yağmur damlalarının camdan süzülmesi gibi gözyaşlarının yanaklarından yavaşça gönlüne doğru aktığını gördü. Sonra yüzündeki her kırışıklığında ‘mutluluk mezarlığı’ olan babasına baktı. Babasını gülerken hiç görmemişti. Bu yüzden yaşadığı mutlulukları, onlara hiç göstermeden o çukurluklara gömdüğünü düşünüyordu. Ağlamamak için kendini tuttu, boğazındaki gıcıklığı temizleyerek sözüne devam etti: “Ertesi gün Bergüzar’ın abisinin sesiyle uyandım. Aşağıdan “Rıza Rıza!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Acelece, koşar adımlarla indim aşağı. Abdullah kan ter içinde kalmış, kalbi dışında atarcasına çırpıyor, ciğerleri ancak ağzından giren havayla tatmin olabiliyordu. Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor fakat aynı anda ağzından nefes alıp, konuşmaya çalışınca dedikleri anlaşılmıyordu. Anneme bağırdım ve su getirmesini istedim. Suyu içince biraz kendine gelmişti. “Koş Rıza, koş, çabuk arabaya atlayıp gitmemiz lazım!..” dedi. Ne oldu demeye kalmadan, “...Bergüzar anamın haplarını içip intihar etmeye kalkmış, çabucak yetişmemiz lazım. Yoksa kardeşim ölecek!” dedi. Bunları duyunca başım dönmeye başladı ve hatta biraz sendeledim, az kalsın düşüyordum. Merdivenleri üçer üçer çıkarak anahtarı aldığımla aşağı inmem bir oldu. Kan beynime sıçramıştı bir kere, arabada giderken başladım Abdullah’a söylenmeye: ‘Abdullah namusu namussuz birisiyle temizlemek ancak insana yakışırdı. Bunu da siz yapmaya çalıştınız ya helal olsun!’ dedim. Abdullah heyecanından beni dinliyor muydu bilmiyordum. Evlerine vardığımızda Bergüzar ortanca abisinin kucağında, ağzında köpükler akar bir şekilde, bilinçsiz duruyordu. Acelece arabaya bindirdik, en yakın hastaneye yola koyulduk. Annesi ağlıyor, baba ve abilerde tek ses yoktu. İçlerindeki vicdanlar bağırıp çağırıyordu belki de, lakin biz bunları duymuyorduk. Hâkim Bey, insan kendi canından birini ölüme atar mı? Hüseyin Ağa attı işte. Bunları bu tip insanlara anlatamazsınız Hâkim Bey! İnat ya, teslim olmayacak ya, kelle her şeyden daha önemli ya, dur, iki satır konuşalım desen kibri ve cahilliğiyle muhatap olursunuz! Farkında değiller hiçbir şeyin. Zaten Nuri Pakdil ne diyor: “Farkındalık, kum fırtınasında güneşi görmek gibidir.” Henüz fırtına dinmedi Hâkim Bey. Bergüzar’a çok şükür bir şey olmadı. Hastanede midesini yıkadılar, hâlsiz kalan bünyesi için serum verdiler. Ailesine şöyle bir baktım, fakat içimde fırtınalar kopmasına rağmen bir şey demeden, arabanın anahtarını Abdullah’a vererek ayrıldım yanlarından. Sokaktaki taşlara vura vura eve giderken aklımdan sorular geçiyordu. Bergüzar’ın midesini yıkayıp temizlediler. Peki ya ruhunu, onu nasıl temizleyecekler, benim saf sevgim buna yeter miydi? Bunların cevabını zaman gösterecekti. O günün akşamına içimden geçen her şeyi aileme anlattım. Babam her zamanki tebessümü haram kılmış suratıyla: “Oğlum sen içeri geç, ananla konuşalım.” dedi. Yüreğim yangın yeri fakat ellerim, ayaklarım buz gibi ve soğuk soğuk terliyordu. Bir süre sonra odanın kapısı açıldı, annem yumuşak sesiyle içeriye çağırdı beni. Babam oturmam için sediri gösterdi. Babamın gözlerinde daha önce görmediğim bir ışık vardı. “Oğlum...” dedikten sonra başını öne eğerek, “...aşk; bir başkaldırıştır, insanın kendisine yapmış olduğu bir devrimdir, umuttur ve umudumuz her şeyden daha büyük olmalı. O yüzden sen de umudunu yani aşkını büyük tut. O kıza senin bu aşkın şifa olacaktır. Ben babasıyla konuşurum. Elbet o da bu yaptıklarından pişman olmuştur. Derdine bir çare bulacağız inşallah!” dedi ve yatmaya gitti. O an çok şaşırmıştım ve babama o kadar çok sarılmak istiyordum ki ama bu isteğimi babama değil anneme sarılıp ağlayarak gösterebilmiştim. Ertesi gün babam Hüseyin Ağa ile konuşmuştu, böylece kızını bana vermeyi kabul etmişti. Bu tatlı haber bana gelince durdum, kıbleye döndüm ve Allah’a secde ederek dua ettim. O şekilde ne kadar durduğumu hiç bilmiyorum. Hüseyin Ağa’nın tek bir isteği düğünün hemen bir hafta sonra olmasıymış. Hemen düğün hazırlıkları başlamakla birlikte evimiz düğün evi hâline geliverdi. Bergüzar evinden çıkmayıp istirahat ediyordu. Onun da evlilikten razı olduğunu annem söylemişti. Düğün günü gelmiş, köy meydanında damat tıraşı olmuştum. Bütün gün çalgı çengi hiç durmamıştı. Akşam olmuş, Bergüzar duvağı örtülü, Abdullah’ın koluna girmiş bir şekilde köy meydanına gelmişti. İkimiz de nikâhın kıyılacağı masaya oturmuştuk. Nikâhımız kıyılıp tebrikleri kabul ettikten sonra herkes daha bir coşmuş, Bergüzar’ı ve beni görmez hâle gelmişlerdi. Bergüzar kulağıma eve gidip gelmesi gerektiğini söyledi. Ben de ikimizin aynı anda gitmesi uygun olmaz diyerek kız kardeşini abilerinden birini yanına alarak gitmesini söyledim. Gittiklerinden yarım saat geçmiş ama gelmemişlerdi. Merak etmiştim ve yanlarına gitmeye karar verdim. İlk başta evin önünde en küçük abisinin yerde yüzükoyun yattığını gördüm. Abisi bayılmıştı. Evin kapısı açıktı, hemen daldım içeriye ve Bergü...”
Gözünde o olay tekrar canlanınca hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı Rıza. Ağlamaktan anlatamıyordu. Salondaki herkes fal taşı gibi açılmış gözleriyle Rıza’ya bakıyorlardı. Bütün gözler ve kulaklar ondaydı. Hâkim konuşamayacağını anlayınca 15 dakika ara verdi. Annesi Rahime gözyaşları içinde Rıza’ya koşup sarıldı. Rıza’nın dizlerinin bağı çözülünce dizlerinin üstüne düşüverdi. Babasının getirmiş olduğu suyu içince biraz kendine gelip ayağa kalkabilmişti. Hâkim yerine geçtikten sonra molanın bittiğini söyledi. Rıza’nın biraz kendini toparladığını görünce anlatmasına devam etmesini istedi.
Rıza gözlerindeki son yaşları silerek konuşmasına devam etmeye çalıştı: “Bergüzar yerde çırılçıplak baygın bir şekilde yatıyordu. Vedat’ı belden aşağı çıplak bir şekilde Bergüzar’ın üzerinde görünce kanlar beynime hücum etti. Kenarda duran bastonu aldım ve Vedat’a vurmaya başladım. Bana karşılık vermeye başlayınca vurmaya devam ettim. Son vurduğum kafasına denk gelince yere yıkılıverdi. Başından kanlar akıyordu. Nefes nefese kalmıştım. Hemen Bergüzar’ın nabzına bakmak aklıma geldi. Yaşadığını anlayınca koltuğun örtüsünü çıkararak çıplak vücudunu örttüm. Elimde baston, duvarın kenarına oturakaldım. Gerisini hatırlamıyorum. Bayılan abisi uyanınca jandarmayı ve ambulansı aramış. Sonrasını biliyorsunuz Hâkim Bey.”
Salondaki insanların çoğunun gözleri dolu, bazılarının ise ağlama sesleri geliyordu. Rıza’nın avukatı elinden geldiğince savunmaya devam etti. Hâkim avukatı dinledikten sonra Rıza’ya dönerek: “Rıza Doğru sizin son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?” dedi. “Hâkim Bey benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı. Bundan başka diyeceğim yoktur.”
“Peki.”
Hâkim yardımcı Hâkimlerle bilgi alışverişi yaptıktan sonra: “Gereği düşünüldü...” Gözlüğünü takarak devam etti Hâkim, “...sanığın Türk Ceza Kanunu’nun 5237 sayılı 81. maddesine göre kasten adam öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılmasına, eşi olan Bergüzar Doğru’ya yapılan cinsel taciz sonucu haksız tahrik derecesini görüp cezanın 24 yıla düşürülmesine, failin pişman olduğu, tekrar suç işleme durumunun zayıf ihtimal olduğu anlaşılıp 18 yıl 5 ay hapsine karar verilmiştir.”
Jandarmalar Rıza’nın kollarına girip mahkeme salonundan çıkarırken salondan şu sesler yükseliyordu: “Sen en adil hüküm verici olan vicdanımızdan beraat ettin Rızaaaa!”

Yorumlar

  1. Merhaba. Bu yazı beni çok etkiledi ve çok beğendim sadece bunu söylemek istemiştim. Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba. Değerli ve samimi yorumlarınız için teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu