Vlykren ormanı her zamanki gibi sessizdi. Gündüz vakitleri sessizlik içinde gizli bir canlılık barındıran bu orman, geceleri ise bin bir temaşa ile dolup taşardı. İşte o alışıldık gündüz sessizliğini bu sefer, düzensiz aralıklarla devam eden bir yolcunun sesleri, -yani- O’nun sırt çantasına sabitlenen birkaç eşyaya çarpan küçük kabzalı kılıçtan çıkan sesler bozuyordu.
Havada bir sabah sisi hâkimdi ve ormana çam ağaçlarının, kaya yosunlarının, ağaç mantarlarının kokusu sinmişti. O ise aşina bakışlarla yürüyordu ormanda. Bir süre sonra durdu, parmaklarını yerdeki birkaç ize gezdirip burnuna tuttu. Doğru izi takip ediyordu. Ormanın güney yoluna doğru baktı. İzle beraber kafasında, doğru orantılı muhtemel bir rota belirledi ve biraz etrafı dinledikten sonra yola koyuldu. Kafasında bin bir soruyla -izi takip ederek- ilerliyordu...
Kaç gündür yoldaydı?
Kaç gündür tenine su değmemişti?
Kaç gündür orman meyvesi ve yemişler ile idare ederek heybesindeki azığı eksiltmemeye çalışmıştı?
Bilmiyordu bilmesi de gerekmezdi. Açlık ve susuzluk endişesi ile bulanacaksa aklı, bu yolda olmanın bir anlamı yoktu.
Hedefine varmakta göstereceği cesaretten yoksunsa varolmanın bir anlamı yoktu.
Böyle demez miydi babası Fárbauti. “Göğe gönül kaptıranlar yeryüzünün gamını umursamazlar...” demez miydi?
Evet bir köy daha gidilecek.
Bir kaleye daha sızılacak.
Bir şamanın daha sesi susturulacak ama yoldan şaşılmayacaktı. Göğe kanat çırparken rüzgâra aldırılmayacaktı...
O, bu düşünceler ile ormanın içinde ilerlerken, ormanın güney çıkışından uzun süredir işittiği sesler ona doğru yaklaşmıştı. Seslerin takribi yerini tespit ettikten sonra cevval olması gerektiğini biliyordu. Gelenlerin takip ettiği keçi patikasının doğrultusundaki büyük bir kayın ağacının gövdesine, bel bıçağını saplayarak hızlıca tırmandı.
Ağacın ana gövdesinden ayrılan iki büyük kolunun çıplak aralığında yerini aldı. Sırt çantasını sessizce çıkarıp kılıcını kemerindeki yerine yerleştirdi. Yayını büyük bir özenle çıkardı. Sadağını da sağ omzuna asıp içinden bir ok çekti. Bu arada sesler iyice yaklaşmıştı. Oku çenesine kadar çekip bekledi. Gelenlerin yayın gerilme sesini duymasından korktuğu için bu pozisyonda onlar gelene kadar beklemeyi kafasına koydu. Kısa bir süre bekledikten sonra anladı ki; gelenler korktuğu kişiler değil bir grup sığınmacıydı.
Gelenlerin hareketlerini dikkatle izledi. Grubun önünde elinde kargı tutan bir adam vardı. Arkada ise adamı, ellerinde alelade hazırlanmış sopalar tutan ve henüz yeni ergenliğe girdikleri belli olan iki oğlan takip ediyordu. Birkaç kadın ve ihtiyar da onların arkalarından geliyordu. Yorgun ve aç oldukları belliydi. Ağaca yakın bir yerde dinlenmek için durdular. O ise onların her hareketini bu ağaç başından -gerilmiş yayında bir ok ve gelenlere sabitlenmiş buz mavisi bakışlarla- izliyordu.
Bu esnada elinde hançer tutan ve sırtındaki kundakta taşıdığı bebeği ile yürüyen bir kadın, konaklayan grubun yanına hiç oturmadan, O’nun olduğu kayın ağacına doğru yürüdü. O ise istemsizce, okun sivri ucunu yaklaşan kadına sabitleyerek kadının hareketlerini takip ediyordu. Kadın ağacın altına doğru geldi. Ağacın kalın köklerinden birine yorgunluktan bitap düşmüş şekilde oturdu. Çocuğunu kucağına alıp onu emzirmeye başladı. O, bebeğin annesini emdiği halde ağlamasından kadının aç ve susuz olduğunu, kim bilir hangi yağmalanan köyden sağ kurtulan üç beş kişiden biri olduğunu anladı. Bunu düşünürken bir anda okun ucunun, hâlâ aşağıda çocuğunu emziren kadına dönük olduğu aklına gelince; kendinden utandı. Sessizce onların gitmesini bekleyip yoluna devam etmeye karar verdi. Yavaşça yayın gerginliğini alıp oku sağ omzundaki sadağına geri koydu. Fakat bunu yaparken çıkan sesi hesaplayamadı. Acaba duydu mu diye bakışlarını aşağı indirdiği zaman kadınla birlikte göz göze geldiler. Kadın, dibinde oturduğu ağacın tepesindeki adamı görmesiyle birlikte müthiş bir çığlık attı ve gruba doğru kucağında çocuğuyla koşmaya başladı. O ise sakin bir şekilde, gruba doğru baktı. Kargı tutan adam ve iki oğlanın ayaklandığını görünce ağaçtan kayarak indi ve hemen ağacın sağ tarafındaki büyük çalının içine gizlendi. Okunu çekmiş şekilde beklemeye başladı.
Bir savaşçı zekâsıyla hemen kopacak dövüşün senaryosunu aklında kurdu. Kargılı adam ve iki oğlan korktukları için aynı hizada fakat iki oğlan adamın sağına ve soluna hazır biçimde geleceklerdi. Bunu ise hem temkinli hem de yavaş adımlar ile yapacaklar ve ağaca doğru yaklaşacaklardı. Onlar gardları hazır biçimde kayın ağacının önündeki çalısız küçük açıklığa geldiklerinde o da önce kargı tutan adama bir ok atacak ardından sağ dizinin dibine koyduğu kılıcı çekip oğlanlara aniden birer kılıç darbesi indirecekti. Bu toy oğlanlar adamın aldığı ilk ok darbesiyle afallayacağı için kolayca can vereceklerdi. Çok güzel bir plan yapmıştı. Fakat böyle olmadı. Kargılı ve kirli sakallı adam tek başına açıklığa geldi sağa sola bakıp kimseyi göremeyince bağırdı ve: “Orada kim varsa... Bir insan, bir orman cini, cadı veyahut kimsen. Benim verecek canımdan başka bir şeyim kalmadı. Lütfen benden başkasına bulaşma, arkamdaki günahsızlara ilişme.”. Adamın sesindeki yalınlık, gırtlağından çıkan her sese sinmiş perişanlık, adamın acz sınırlarında bin bir mefkure krizi yaşadığını gösteriyordu. Okunu indirmeden çalılıktan çıktı. Okun ucu adama dönük bir şekilde adama yaklaştı ve: “Size zarar vermek gibi bir niyetim yok. Kavgam sizinle değil başkalarının peşindeyim” dedi.
Kargılı adam karşısında duran geniş omuzlu, küçük çehreli, buğday tenli genç adama şöyle baktı. Buz mavisi gözlerini takip etti bir süre. Evet, genç adamın göz kırpmadan onu takip edişinden karşısında tecrübeli bir savaşçının olduğunu anladı. Ve durumunu izah etti: “Adım Tuereng beyim. Demirciyim, bizler Dumyer köyündeniz. Köyümüz 3 gün önce yağmalandı. Kim olduklarını bile anlayamadık. Gece vakti her yer yanıyordu, köylüler olarak dört bir tarafa dağılıp kurtulsak da yol boyunca başımıza gelenler yüzünden şu arkamdaki masumlar haricinde kimse kalmadı. Şu dünya hayatında bir hayat yaşadığımızı bilen bir biz kaldık. Lütfen bir kötü niyetiniz varsa söyleyin. Eğer öyle bir kötü niyetiniz varsa size karşı durmak ve şu masumları korumaya çalışmaktan başka yaşama dair hiçbir amacım yok. Varsa içinizde birazcık merhamet ya bize yardım edin ya da yolumuzdan bizi esirgemeyin.”. Genç savaşçı saçları sakallarına karışmış, bitkinliği alnındaki her kırışığa sinmiş bu adama derin bir saygı ile baktı ve: “Ben yolumun yolcusuyum sizinle işim yok ama dilerseniz erzağımdan sizinle paylaşabilirim” dedi.
Tuereng, bu sözleri duyduktan sonra öyle duygulandı, öyle hislendi ki dayanamayıp ağlamaya başladı. Bu ağlayış; kendine ve yoldaşlarına erzak bulduğu için değil, ölmek korkusundan kurtulduğu için değil, aç olduğu için değildi. Bu koca adam günlerce o dağ gibi görüntüsünün altında dik kalmaya çalışarak yaşadığı onca acıdan, gaddarlıktan sonra merhamete, biraz olsun merhamete açtı. Ağladı...
*
Aradan bir iki saat geçmişti; genç savaşçının verdiği erzak ve ormandan toplanılan üç beş zerzevat ile bir yemek kotarılmıştı. Büyükçe yakılan ateşin etrafına toplanmış olan grup, kâh ateşte kaynayan bakraçtan çıkan yemek buharına bakıyor kâh minnetle süzdükleri bu yiğide şükran dolu bakışlar atıyordu. Yemekler yenildi. Herkes bir sonraki öğünde yenilecek hiçbir şey olmadığı için üzülmüyor sadece -andaki- tokluğun huzuruna doymaya çalışıyordu.
Tuereng, bir çam kütüğüne oturmuş onları izleyen Genç Savaşçı’ya, yemekten sonra yıkanılan bakraçta pişirilen çam iğnesi çayından ikram etti. Uzunca bir sessizlikten sonra söze yine o girdi; “Beyim af buyurun bu diyarın adamı olmadığınız belli kimsiniz necisiniz? Bir anda karşımıza çıkıp bize lütuflarda bulundunuz. Bize bu dar vakitte lütufta bulunan birini tanımak isterim. Lakin istemezseniz mühim değil. Bu asil duruşunuz bile kafi geliyor bize.”.
Genç savaşçı, böyle abartılı sözlerle kendinden bahsedilmesini sevmezdi. Bu huyunu belli eder bir ses tonuyla söze girdi; “Yaşlı demirci Tuereng efendi, kimliğimi sizlere söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bu diyarın yabancısı da sayılmam aslında, beni biliyor olmalısınız” dedi ve çantasından babasının sembolünü çıkardı. Sembolde, demirden bir ovale işlenmiş, salkım söğüt ağacına konmuş bir Turaç Kuşu resmedilmişti. Tuereng hayretten bütün kibarlığını yitirerek Genç Savaşçı’nın elinden sembolü kapıp uzun uzun baktı. Mümkün olduğu kadar sessiz olmaya çalışarak: “Siz... Yoksa.. Bir Tanrıkıran mısınız?”. Genç Savaşçı: “Öyle bir iddiam yok ama öyle anılırım” dedi.
Tuereng’in kafasında şimdi her şey oturmuştu. Uzun yıllar öncesinde o topraklarda, gökteki tanrılara inanan insanlar, o tanrılara heykeller yapıp tapıyordu. Her klanın bir kültü, her kültün bir şamanı vardı. Klanlar sürekli birbirleriyle savaş veriyor ve zaferlerini bu tapındıkları tanrılara atfediyorlardı. Bir tanrının kaç köyde ve kaç kalede heykeli varsa, o tanrının gücü ve azameti de o kadar artıyordu. Demir Tanrısı Heren, Cesaret Tanrısı Donnar, Baba Tanrı Gagnrad bunlardan en çok bilinenleriydi. Fakat kendileri bilinmeyen bir grup insan çıkıp kalelere giriyor, şamanları öldürüp heykelleri kırıyorlardı. Arkalarında sadece salkım söğüt ağacına konmuş bir Turaç Kuşu sembolü bırakan bu insanlara halk Tanrıkıran lakabını koymuştu. Şamanlar ise onlara Düzenbaz Tanrı Laufeyson’un müritleri olan Sapkınlar diyordu. Tuereng’in kırılmasından korktuğu bir tanrısı hiç olmadı. Ninesinin anlattığı Tanrı masalları ile büyümüştü sadece. Fakat hep merak ederdi neden Tanrılarla savaşmak isterdi ki bir insan?
- Beyim kim olduğunuzu anladım. Lakin hep merak etmişimdir. Neden Tanrıkıranlar var? Yani bir hikâye olarak hep duyduk ama ilk defa bir Tanrıkıran görüyorum, merakımı bağışlayın.
- Tuereng efendi bu senin bahsettiğin o sözde tanrılar yüzünden güçsüz, yetim, dul, hastalıklı insanlar ölüyor.
- Anlamadım beyim Tanrı heykelleri böyle bir şey yapabilir mi?
- O taş parçaları öyle bir şey yapamaz zaten. Bak her şey ozanların, güzel geceleri süsleyecek hikâyeler uydurma alışkanlığı ile başladı. Evrenle, evrendeki mistik güçlerle ve aşkla ilgili bir çok hikâye anlatıyorlardı. Sonra o hikâyelere kendilerini kaptıran Mimir adında bir adam çıktı. Sözde Tanrıları anlatmaya başladı herkese. Herkesin evrenle ve nasıl yaratıldıkları ile ilgili sorularına bu hikâyeler ile cevaplar buldu. Fakat Mimir sadece etrafındaki güçlü insanları Tanrılaştırarak anlatıyor ve kendilerine benzeyen Tanrılarla insanları uyuşturuyordu. Mimir’e biat eden ozanlar ilk şamanlar oldular. Mimir farkında olmadan nasıl büyük bir gücü ele geçirdiğini anladı. Bütün müritlerine bu diyarın dört bir tarafına gidip kendisinin öğretisini anlatmalarını emretti. Böylece bu şamanlar vasıtasıyla tüm diyara bu yalan yayıldı. O sıralar klan liderlerinin en büyük problemi halkın içinde yaşadığı ayrılıklardı. Güçsüz, zayıf kişiler hiçbir işte çalışamıyor ve onlara sürekli bakım gerekiyordu. Sağlıklı ve güçlü kişiler onlar için emeklerini harcıyorlardı. Savaşta yetim kalan çocukların bakımı da klan liderlerine düşüyor ve hiçbir ganimet alamıyorlardı. Dul kadınları ikinci bir eş olarak almak için koca koca savaşçılar birbirlerine giriyorlardı. Hastalıklar içinde gerekli tıbbi bilgi yoktu ve herkesin hasta olma riski vardı. Kuzey Tana klanının lideri Bor’un oğlu Gagnrad, babasının ölümünden sonra başa geçti ve bu problemleri gördü. Aklına bir çözüm geldi ve Mimir denen o düzenbazı çağırarak fikrini ona açtı. Planları Tanrıların kuvvetlenmesi, tarlaların bereketlenmesi ve savaş meydanlarında savaşçılara yardım için Tanrılara insan kurban etmekti. Gagnrad böylece o zayıf kişilerden kurtuldu ve Mimir’e kendisinin adını en güçlü Tanrıya vermesini söyledi. Herkes bu sapkın inanç yüzünden kurban edilen bu zayıf, sahipsiz kişilere sesini çıkarmadı. Tüm klan liderleri bu fikri benimsedi ve bu fikir bu kıtanın tüm topraklarına yayıldı. Yaklaşık yarım asır bu düzen böyle devam etti. Aradan geçen onca yıl sonra İlk kral Fenrir üç klanı bir araya getirip, klan topraklarını sürekli büyüten Gagnrad’a savaş açtı. Savaş yıllarca sürdü. O sıralar Babam Fárbauti bir Ölüm Getirendi. Yani işi savaş meydanlarından parasıyla kayıp kişileri bulmak, sağsa kendisini değilse cesedini getirmekti. Gözü pek ve iyi bir savaşçı olan babam bu işi çoğu zaman bir karşılık beklemeden yapıyordu. Devam eden savaşların ortasına iki tarafın düşmanı olarak giriyor ve hedefini bulmadan asla çıkmıyordu. Cenk eden herkes onu artık tanıdığı için canından olmamak adına hiçbir taraf ona ilişmiyordu. Bir gün babam, Gagnrad ve Fenrir’in bizatihi ordularının başında bulunacağı bir savaş meydanından, zorla savaşa götürülmüş Fanahelmli bir genci kurtarmak için tutulmuş. Babam günlerce süren yolculuktan sonra savaş meydanına vardığında gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüş. Çünkü iki ordu darmaduman olmuş, ve sadece vadinin tam ortasında ayakta duran tek bir adam varmış. Adamın sağ tarafında Gagnrad, sol tarafında Fenrir ölmüş bir vaziyette yatıyorlarmış. Onların orduları da tıpkı onlar gibi ölmüş bir vaziyette sanki sığır sürüsünün çiğnediği buğday başakları gibi üst üste yığılmış, yatıyorlarmış. Babam ortada bu iki orduyu böyle talan edecek bir ordu göremeyince merakından vadiye inmeye ve bu adama neler olup bittiğini sormaya karar vermiş. Adama yaklaştığında adamın bembeyaz bir kukuleta giymiş, elinde tuttuğu gümüş renkli kılıcı toprağa saplamış biri olduğunu görmüş. Tüm vadide yıllar süren savaşlardan ötürü ot bile bitmezken adamın sadece ayaklarının altında otlar ve güzel kokulu çiçekler varmış. Adama iyice yaklaştığında babam çok korkmuş. Çünkü çok keskin bakan gümüş grisi göz rengi olan bir kimseyi daha önce hiç görmemiş. Bu gözler bembeyaz teni ve çehresinde daha da bir ürkütücü duruyormuş. Ama tüm cesaretini toplayıp adama selam verip konuşmuşlar. Adam babamı hoş karşılamış ve babama gerçek selamın nasıl verileceğini anlatmış. Ardından babam bir genci bulmak için tutulduğunu büyük ihtimal bu orduda olduğunu orduyu kimin talan ettiğini sormuş. Adam ordunun Tek Tanrı’nın emriyle canlarının kendisi tarafından alındığını söylemiş. Babam Gagnrad ve Fenrir cesetlere bakarak iki orduya yaklaşmış. Tek bir kan lekesi, kılıç yarası olmadan hepsinin can verdiğini görünce korkusu daha da artmış. Arkasını adama döndüğünde adamın hemen dibinde olduğunu görünce korkmuş. Adamsa babama aradığı oğlanın orduya su temin etmek için giden bir grup askerle nehir kıyısında olduğunu ve sağ kurtulduğunu söylemiş. Babam o zaman adamın normal biri olmadığını anlamış, uzun uzun sohbet etmişler. Adamın adının Hadr olduğunu ve bir olan Tanrıya kendini adamış bir kul olduğunu öğrenmiş. Bu iki zalim kişinin ve ordusunun bu topraklarda ilerde çok zulüm yaşanmasına sebep olacağı için canlarının alındığını anlatmış. Ve asıl Tek Tanrı tarafından Önder seçilen bir kişinin ileride gelip bu düzeni değiştireceğini anlatmış. Babam Fárbauti, Hadr’a kendisinin de o tek tanrı için bir şeyler yapmak istediğini söyleyince görev olarak Tanrı heykellerinin ve şamanların Önder gelene kadar yok edilmesi görevini vermiş. Bir ömrü bu yolda tüketen babam ilkin, Hadr’ın gazabını savaş meydanına döndüklerinde gören o oğlan ve askerleri, ardından da elim kılıç tutmaya başlayınca beni bu görev için eğitti. Çabalarımız neticesinde artık bu topraklarda şamanların yalanları daha az duyuluyor. Ama her şeye rağmen düzenbaz Mimir yaşıyor. İşte son üç yıldır benden kaçsa da en sonunda izlerini buldum. Sözde baba Tanrı Gagnrad’ın heykeli ve askerler ile birlikte Severan kalesine kaçıyorlar. Onları yakalamak benim boynumun borcu.
Bütün bunları dikkatle dinleyen Tuereng hayretler içerisinde kaldı. Genç savaşçıya diyecek bir söz bulamadı. O sırada gitme vakti olduğuna karar veren Genç Savaşçı ayaklandı. Sırt çantasındaki kalan tüm erzağı ateş başında bekleyen oğlanlardan birine, kemerindeki bıçağı da diğerine hediye etti. Tuereng ‘lütfen bizimle kalın’ diyecekti ama gencin bakışlarındaki kararlılık her şeyi anlatıyordu.
Tüm grup şükranla bakarak Genç Savaşçı’yı yolcu ettiler. Savaşçı biraz uzaklaştığı sırada kucağında kundaklanmış bebeği ile duran kadın bebeğini havaya kaldırdı. Ve bağırdı: “Ey yiğit savaşçı lütfen adını bağışla bize bu çocuğun adı daha yok. Lütfen adını söyle ki ona ismini vereyim. Şükranımı ifade edecek başka bir şey bulamıyorum.”. Genç savaşçı gruba dönüp: “İsimlerimiz gelip geçicidir hanımefendi lakin adımı soruyorsanız ben Ölüm Getiren Fárbauti’nin oğlu Tanrıkıran Laaki. Sizlere tek tanrının selamı ile selam olsun.” dedi.
Genç Savaşçı yola koyulduğunda içinde belirgin bir istek uyanıyordu; o insanlara karşı yükselen sevgi ve merhamet ile onlarla kalmak, onlar yeni bir hayat kurana kadar yardımcı olmak... Ama aldığı terbiyeyi hatırladı; ‘Evet bir köy daha gidilecek, bir kaleye daha sızılacak, bir şamanın daha sesi susturulacak, ama yoldan şaşılmayacaktı.’ Çünkü; “göğe gönül kaptıranlar yeryüzünün gamını umursamazlardı...”.
Yorumlar
Yorum Gönder