Ana içeriğe atla

ADRESİNİ BULAMAMIŞ YOLCULAR: MEKTUPLAR - MÜZDELİFE YILMAZ


Mektuplar; adresini bulamamış yolcuları, her satırı adresine ulaşamamış yolculukları ‘kelimeleri’ ile taşır. Gönderenin belli olmadığı, alıcısının belirtilmediği ve adresinin bilinmediği hikâyeleri yansıtır. Gönderenin kimi zaman şikâr kimi zaman aşikâr olduğu, bir türlü adresini bulamayan yolculukların yolcuları... Mektuplar... Ah mektuplar... Tez ulaşan kara haberler, fakat bir türlü ulaşılamayan vuslat haberler yığınıdır. Ahh siz mektuplar: Yazdıkça ilmek ilmek dokunan parmakların nakışları, okudukça kalbe çuvaldızı batıran kara kara kelimeler ve okudukça kuşların sevincini konduran, baharın coşkusunu, kır çiçeklerini umut ezgilerini söyleyen kelimeler yığını... Kalbin kalemle dile geldiği sırlar, gözlerin satırlara akıttığı hasretin gözyaşları... Cephede aylardır ana hasreti çeken Mehmetlerin, ekmek parası diye gittiği yeri kendine yurt edinse de kendi vatanının hasretini çeken Ahmetlerin, yetim bir Zehra’nın, yüzünü dahi hatırlamadığı ve huzurevlerine terkedilmiş Ayşe, Fatma, Hatice teyzelerin ve Ali, Osman, Süleyman amcaların kavuşma feryatlarının sevinç satırlarısınız... Ama bir türlü ulaşılamayan/ulaşamayan...
Evet; mektuplar... Cümleler bir araya gelip tamamlansa ve bir bütün olsa da varış noktasının bir türlü bulunmadığı, rotasını şaşıran çileli yolcular... Siz ki sırra ortak olmuş dostlara, hasretlere ve vuslatlara sırdaşsınız. Ne çok tanışmış ve yine ne çok şahit olmuşsunuzdur bu yolculara. Bazen bir bankta otururken bazen bir tren yolculuğunda yalnızken bazen de bir serçe yalnızlığıyla dalgalanırken zihniniz, adresine varamayacak mektuplar olmuşsunuzdur! Ve insan bir buruk cümleyi; bozkırın ortasında duran kimsesiz bir ağaç yalnızlığı misali, kendisiyle baş başa kaldığında elbet yazmıştır düşen yaprağa. Ve sıralanmıştır cümleler bir bir... Sırra ortak olmuştur, bir kuru yaprak ve artık adresini bulamamış bir yolcu sıfatı yüklemiştir sırtına. Dalından yere düşünceye değin yazılan cümlelerin sırdaşı olmuştur. Artık heybesine, dünyada kendine fani bir dostu, sırdaş edemeyen insanın yükünü yüklemiştir. Oysa o sadece bozkırın ortasında kurumaya yüz tutmuş ve tutunmaya alışırken talihinin kara bahtıyla düşen bir yapraktır. Ne gerek vardı şimdi bir mektup olmaya! Ne gerek vardı koca dünyada şu fanilerin sırrına ortak olmaya!
Ya da ne suçu vardı; bankların, denizlerin, çiçeklerin, cam kenarlarının... Bir yol kenarında duran garip bankların ne suçu vardı? Onların vasfı mıydı bir mektup olmak? Çiçeklerin başka derdi yokken bir de tuttuk onları da adresine ulaşamayan sarı sayfalara çevirdik. Peki hiç düşündük mü; eğer bir sır ise bu mektuplar kalem mi razıdır sırra ortak olmaktan kâğıt mı? Yapraklar mı, banklar mı, çiçekler mi...? Ama insanoğlu bu, kendi içinde dağ gibi birikmiş ne varsa yazmak ister. Bir kalem ve kâğıda da ihtiyaç duymaz öyle. Mektubunu yazacağı şeyin ne olduğunun önemi de yoktur. Yeter ki ortak olsun ona, yeter ki sırdaş bulsun... Bir anne özlemi, bir yar hasreti, evladın burnunda tütüşü, dostun yaptığı kötülük... Konuyu sınırlandırmak gibi bir lüks de yoktur... Nasılsa hiçbir zaman adresini bulamayan yolcunun birer yüküdür o cümleler; dile gelemeyen ama yazısız sıra sıra...
Bu satırları okuduysan/okuyorsan eğer, senin de ‘Adresini  Bulamamış Yolcular’ misali, kalbinde mektupların muhakkak vardır... Bir yaprak, bir bank, bir çiçek, bir cam kenarı... Kim olduğunun ne önemi var ki adresine ulaşamayacak yolcunun... 
Ama unutmayalım; yolcuları, adresine ulaştıramayan da bizleriz. Şimdi adresini bulamamış yolcuları adreslerine ulaştırma vaktidir. Belki o adreste o yolcuları bekleyenler vardır... Ya da mektuplar belki de -en çok- yazılana kavuşmak istiyorlardır...

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İSİMSİZ DURAK: SAMAN ÇÖPLERİ - MÜZDELİFE YILMAZ

Kaç kişi bilir  Saman Çöpleri ’nin hikâyesini? Kaç kişi okumuştur, dinlemiştir ya da duymuştur? Sesler hafızamızda bir süre sonra unutulur belki, ama anlatılanların unutulması zaman alabilir. Bende ne zaman ve nerede dinlediğimi hatırlayamadığım bu hikâyeyi -belki bir bakış açısıdır kestiremedim- sizlerle paylaşacağım; “Harmanda arpa, buğday, çavdar biçilmiş, mal sahibinin ihtiyacı olan sap/saman toplanmış ve geriye artık çöp diyebileceğimiz samanlar kalmıştır: Saman Çöpleri. Harmandan geriye kalan Saman Çöpleri’nin her biri bir yaz gününün hafif esen ılık rüzgârında oradan oraya savrulup durmuştur. Kimi Saman Çöpleri toza toprağa karışıp yoğrulurken kimi Saman Çöpleri de kendilerini su üzerinde bulmuştur. Su, boyuna akıp giderken, üzerinde Saman Çöpleri’nin de sayısı artmıştır. Artmıştır artmasına ancak bu artışın getirdiği birlik/kalabalıklık onları her zaman birlik içerisinde ve oldukları yerde tutamamıştır. Kimi Saman Çöpleri akan suyun üzerinde yüzmüş, kimi Saman Çöpleri...

AHLAT AĞACI - ABDULLAH YÜKSEL

Film adını, bazı yörelerde çakal armudu, çördük, gelinboğan adlarıyla da bilinen eğri büğrü, yendiğinde boğazda yumru etkisi yaratıp yutkunmayı zorlaştıran, şekilsiz yabani bir armuttan alıyor. Tıpkı filmdeki toplumsal irdelemelerin insan üzerinde bıraktığı etki gibi... Gövdesi sert ve dikenli olan Ahlat Ağacı sonbahar gibi olgunlaşır, susuzluğa oldukça dayanıklı olan bu ağaç kurumaya yüz tutsa bile, meyve vermeye devam eder. Sert, çorak arazide yetişen, yerel panoramik manzaraların süsleyicisi olan Ahlat Ağacı’nın başkahramanı Sinan’ın hayırsız babası bu bölgenin çevresindeki herkesin ahlatlar gibi olduğunu söyleyecektir: ” Uyumsuz, yalnız, biçimsiz ” sözleri ile film ismine gönderme yapacaktır. Film, Sinan’ın üniversite eğitimini tamamladıktan sonra toplum gözünde çiçeği burnunda öğretmen adayı olarak görülen, iç dünyasında yazar olma hayalleri kuran, hırslı, arzulu, hoşnutsuz, diplomalı işsiz olarak baba ocağına, dönüşüyle başlıyor. Her Türk genci için baba evi, nereye gidilir...