Ana içeriğe atla

TAM UYAK: DÜŞÜNCELİ KALP - İLTÜZER OKAN


Farkında olmadığımız ancak hayatımızda farkındalık yaratan ‘sorgular diyarı’, belirli olayları daha iyi şekilde ayırt etmemize yardım eder. Ayrıca bu sorgulama, günün bir olayını değil, her günü yaşatan olayları kapsar. Neden, nerede, kim, kimlerle, nasıl vesaire... Sürüp giden bir sürü soru edatı... Böyle denildiği zaman kulağa çok basit geliyor olabilir, fakat minik merak kırıntılarıyla kendi çapımızda yapmış olduğumuz bu çeşit sorgulamalar bizleri altı doldurulmamış hiçbir şeye inanmamaya sevk eder. Her defasında daha çok merak ve daha çok öğrenme isteği... Peki, yaşadığımız dünyada sebepler âlemi olmasaydı neler yapacaktık?
Değerlendirme: Çok sevdiğimiz birisini kaybettiğimizde, ‘neden’ demeyi gerektirecek bir sebep ortada yoktur. Bu durum kişiye, sorgusuz ve sessiz bir kaybediş yaşatır. Veya tam tersi; kazanmak için deli olduğumuz bir sınav vardır, fakat nedenin nedeni olmadığı için kazanma isteğimizin bir sebebi de yoktur. Ve kazanmak için bir neden yoksa eğer, istemenin de bir anlamı neden olsun ki! Böyle böyle geriye gidildiğinde önce bütün olayların birbiriyle olan bağlantısı kopar ve sonrasında da ortada yaşamayı gerektirecek hiçbir sebep kalmaz. Yani bizler nedensiz yaşayamıyoruz ve neden sorusunu soramadan da diğer soruları sormanın bir manasına ulaşamıyoruz. Tüm bunlar bir paradoks gibi geliyor insana; sorgu, sorguyu gerektiriyor ve biz soru işaretlerinin arasında cevapsız kalıyoruz. Hal böyleyken ve çok basit bir olayın bile detaylarını merak ederken, kendi varlığımızı, fikir dünyamızı veyahut sorduğumuz soruları bile niçin sorduğumuzu kendimize soramıyoruz! 
Ölçme-Biçme: Geçenlerde bana bu soruları sormamı sağlatacak, daha doğrusu nedenin önemini sorgulatacak küçük bir olay yaşadım. Annem benden ona bir yazıyı okumamı istedi, yazı güncel bir konu hakkında verilen bir fetva ile ilgiliydi. Fetva açıklanırken helaldir ya da haramdır gibi basit bir ezber bilgisinden ziyade olayı helale yahut harama sevk eden yanlışın/doğrunun nedenleri üzerinde durulmuştu. Yazar okurlarına bilgiyi altın tabakta servis etmekten ziyade onlara düşünmenin ve olaylar arası bağlantı kurarak doğruyu bulmanın anahtarını vermişti. İşte tam o anda aklımda, nedeni belirtilmeyen birçok şeyin ezber bilgisi olduğu ve kesinlikle zihinleri düşünmekten uzaklaştırdığı fikri türedi. Ben de bir tek sebebin sorgulanması bu kadar önemliyse diyerek sebebin de sebeplerini ve her şeyin en başından sorgulanması gerektiğini fark ettim. Bu farkındalık şiire ahenk katan bir uyak gibi fikrime ahenk kattı ve ben de bu duruma yarım uyak dedim. Neden mi yarım? Çünkü sorguladığım soruların yanına en güzel nedenlere sahip bir fiil oturtabilirsem o zaman fikir ahengim tamamlanacaktı. Bu yarımı tamamlayacak en güzel sebeplerden biri ise, gülümsemeydi. Elbette bunun da bir nedeni var; sorgulayayım derken hayata gülmeyi de es geçemeyiz değil mi? Sorular da boğulurken gülmeyi unutursak sınırlarını genişlettiğimiz fikir dünyamıza büyük bir haksızlık yapmış oluruz. İşte benim sürekli üzerine düşündüğüm ve düşündükçe de ahengi bozulmasın diye gülmekten kendimi alamadığım tam uyağım. Sorguladıkça gülüyor, güldükçe sorguluyorum, işte burada soru edatlarına sığınıyorum. Ya siz?
Sessiz Not: Sabahattin Ali ‘Değirmen’ adlı kitabının önsözünde, bu kitabın içerisinde yer alan hikâyelerinde yazmaktan utanacağı kadar kötülerinin olduğundan bahseder. Ve yazısını “iyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim” cümlesiyle tamamlar. Ben de yazdığım bu yazı ile beraber, yaptığım açıklamalarla zihinlerinizde birtakım soru işaretleriyle yarım uyak halinde ve uyağınızı tamamlayan fiili bulma zahmetini sizlere bıraktığım için özür dilerim. Hayatınız daima tam uyak olsun!
Kaynakça:
Ali, S. (2019). “Değirmen”, 37. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İSİMSİZ DURAK: SAMAN ÇÖPLERİ - MÜZDELİFE YILMAZ

Kaç kişi bilir  Saman Çöpleri ’nin hikâyesini? Kaç kişi okumuştur, dinlemiştir ya da duymuştur? Sesler hafızamızda bir süre sonra unutulur belki, ama anlatılanların unutulması zaman alabilir. Bende ne zaman ve nerede dinlediğimi hatırlayamadığım bu hikâyeyi -belki bir bakış açısıdır kestiremedim- sizlerle paylaşacağım; “Harmanda arpa, buğday, çavdar biçilmiş, mal sahibinin ihtiyacı olan sap/saman toplanmış ve geriye artık çöp diyebileceğimiz samanlar kalmıştır: Saman Çöpleri. Harmandan geriye kalan Saman Çöpleri’nin her biri bir yaz gününün hafif esen ılık rüzgârında oradan oraya savrulup durmuştur. Kimi Saman Çöpleri toza toprağa karışıp yoğrulurken kimi Saman Çöpleri de kendilerini su üzerinde bulmuştur. Su, boyuna akıp giderken, üzerinde Saman Çöpleri’nin de sayısı artmıştır. Artmıştır artmasına ancak bu artışın getirdiği birlik/kalabalıklık onları her zaman birlik içerisinde ve oldukları yerde tutamamıştır. Kimi Saman Çöpleri akan suyun üzerinde yüzmüş, kimi Saman Çöpleri...

AHLAT AĞACI - ABDULLAH YÜKSEL

Film adını, bazı yörelerde çakal armudu, çördük, gelinboğan adlarıyla da bilinen eğri büğrü, yendiğinde boğazda yumru etkisi yaratıp yutkunmayı zorlaştıran, şekilsiz yabani bir armuttan alıyor. Tıpkı filmdeki toplumsal irdelemelerin insan üzerinde bıraktığı etki gibi... Gövdesi sert ve dikenli olan Ahlat Ağacı sonbahar gibi olgunlaşır, susuzluğa oldukça dayanıklı olan bu ağaç kurumaya yüz tutsa bile, meyve vermeye devam eder. Sert, çorak arazide yetişen, yerel panoramik manzaraların süsleyicisi olan Ahlat Ağacı’nın başkahramanı Sinan’ın hayırsız babası bu bölgenin çevresindeki herkesin ahlatlar gibi olduğunu söyleyecektir: ” Uyumsuz, yalnız, biçimsiz ” sözleri ile film ismine gönderme yapacaktır. Film, Sinan’ın üniversite eğitimini tamamladıktan sonra toplum gözünde çiçeği burnunda öğretmen adayı olarak görülen, iç dünyasında yazar olma hayalleri kuran, hırslı, arzulu, hoşnutsuz, diplomalı işsiz olarak baba ocağına, dönüşüyle başlıyor. Her Türk genci için baba evi, nereye gidilir...