Henri René Albert Guy de Maupassant, Fransız bir yazardır. Maupassant henüz çocukken, annesi ve babası ayrılır. Guy ile kendisinden daha küçük olan kardeşi Herve, anneye bırakılır. Annesi, ondaki edebi kabiliyetin gelişmesine yardım eder. Anne, oğlunun okuyacağı ilk kitapları özenle seçer; ve ona bilhassa Shakespeare’i tanıtır. Fakat bunun dışında oğlunu tamamen serbest bırakır. Çok güçlü kuvvetli olan yazarın ilk yılları da belki, ve hatta bütün hayatının en mutlu yılları, bu zamanlarda olur. Maupassant çok güçlü ve kuvvetli bir kişilik taşır; sıhhati, neşesi pek yerindedir; şakadan ve muziplikten hoşlanır. Vaktinden önce kendisini ölüme sürükleyecek olan hastalığı, kendisinde henüz hiçbir belirti göstermez. Onun için, o da kendisini başkentin keyiflerine koyuvermiştir.
Annesi Maupassant’ı Flaubert’e emanet eder. O da 1873-80 yılları arasında, genç yazarın yetişmesine büyük bir titizlik gösterir. Onu, sanat uğrunda her şeyi fedaya teşvik eder. İlk yazılarını okuyup düzeltir. Çevresinde olup bitenleri realist bir şekilde görmesini genç yazara öğretir. Diğer yandan da Maupassant’ı devrin edebi çevrelerine tanıtır. Onu Daudet, Zola, Turgenyev gibi yazarlara ve prenses Mathilde’in salonuna takdim eder.
Durup dinlenmeden çalışması ve boyuna yazı yazması, onun yükselişini hızlandırır. Kısa zamanda sevilen, okunan bir yazar haline gelir. Bütün salonların kapıları kendisine açılır. Fakat Maupassant sosyete hayatından nefret eden birisidir. Nitekim bu nefretini 1890’da yazdığı ‘Kalbimiz’ adlı romanda açığa vurmaktan da geri durmamıştır. Ve Goncourt’un dediği gibi; Maupassant, sanatından başka şey düşünmeyen, edebiyatçı bir kişiliktir. Ancak bu durum, onun deli gömleğini giymesine neden olan bir durum olarak karşımıza çıkar. Kardeşinin 33 yaşında delirip ölmesi, onu daha da çok düşündürür ve; Maupassant, hastalanmaktan ve ölmekten dehşetle korkar.
Maupassant tam gerçek edebi mesleğe başladığı sıralarda, yani 1880’de ustası Flaubert’i kaybeder. Fakat onun kendisine aşıladığı ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalır. O yıldan sonra, Maupassant için oldukça verimli bir devre başlar, 1880’den 1890’a kadar olan bu on yıllık süre içinde her yıl üç, hatta bazen dört beş eser yayınlar, ki toplam olarak bunlar altı roman, on altı cilt hikâye, üç seyahat kitabı ve gazetelerle dergilerde çıkmış pek çok sayıda makalelerdir.
Maupassant hikâyecilikte söz götürmez bir usta kimliğini taşır ve iki yüz altmıştan fazla hikâye yazar. Sanatında yalnız gerçeğe bağlı kalır, bunu yaparken de Zola gibi, kendini bir takım sosyal ve insancıl eğilimlerle sınırlandırmaz. Onun âlemi kara, daha doğrusu kurşuni bir âlemdir. Bu duruma eserlerinde de sık bir şekilde rastlanılır. Diğer bir yönü ise sanatçıların hayatları ile ilgili bilgilerin orada burada yayınlanmasından rahatsız oluşudur. Özellikle de büyük yazarların özel mektuplarının yayınlanmasından rahatsız olur. Ona göre gerçek bir sanatçının tanınıp beğenilmesi için, yalnız eserlerine güvenmesi lazımdır...
Not: Yazı kısaltılarak dikte edilmiş, başlık not ile ilişkilendirilerek geliştirilmiş ve siz okuyuculara sunulmuştur.
Kaynak:
Nèmirovsky, I. (1970). “Guy de Maupassant”, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınları, ss. 152-158.
Editörün Notu (Tenâkuz):
Maupassant’ı düşünürken, kelimelerden ya da hayatının belirli bölümlerinden kaçmak ya da hayatının belirli dönemlerinde eserlerine yansıyan kimliğine koşmak gerekir. Güçlü bir kimliğe bürünmüş insan, hiçbir şeyden korkmayan insan mıdır, yoksa her şeyden daha çok korkan mıdır? Maupassant’ı tanıyınca, insan en çok bu kelimelere odaklanır. ‘Güç ve korku’ kelimelerinin çoğu zaman birbirleriyle dostluk ilişkisini kurdukları, burada bizleri daha gerçekçi bir bakışa yöneltir.
Onun bu korkusu, hayatının delilik kimliğine yaklaşması ile başlar. Kendisine benzer görüntülere denk düştüğü an, güçlü bir kimlik ile geçici bir olay olduğunu düşünür. Ancak zaman değişim gösteren bir simgedir. Ve zaman; ilk korkuyu kalbe ukde olarak düşürendir. Ve bundan olsa gerek Maupassant, güçlü olduğunu göstermek için, ölümden önce ölüme, -intihar ile- davranır. Ve ne yazık ki başarılı olamaz. Ve şu artık iyice anlaşılmıştır; bir insanda delilik, insanın gücünü tüketene kadar, yaşamasına izin verir. Başka bir durum ise Maupassant’ın yaşantısının her daim, bağımsız ve delice çalışma, aklı başında çalışma anlayışına yöneliktir. Bu durum, Maupassant için önemli bir risk taşımıştır. Ben bu duruma, Maksim Gorki’nin: “Bağımsızlığımı engelleyen aklı başımda oluşum mudur, yoksa yalnız duyguca zayıflığım mı?” ifadesinde rastlarım. Çünkü insan ne kadar bağımsızsa, korkuyu da o kadar çok kendisine yükler. O zaman ‘güç ve korku ve bağımsızlık’ arasındaki ilişki, bizleri akla yöneltir. Ancak Maupassant’ın bizlere yansıyan eserler dünyasının geneli, bu duyguları yaşaması sonucunda otaya çıkar. Ve şimdi bizler, hangi duyguyu yaşarsak yaşayalım, deliliğe denk düştüğü an, bizlere bir şeyler öğretmeden gitmeyeceğini öğrenmiş bulunalım! Saygılar.
Kaynak:
Gorki, M. (1968). “Varenka Olesova”, Çev. Mehmet Özgül, 1. Baskı, İstanbul: De Yayınevi.
Yorumlar
Yorum Gönder