Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Temmuz, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

HATIR - MAHMUT KARAHAN

Sabahlar zor oluyor Unutmuşken henüz, Yaşamadıklarını. Uyanmak istemiyorsun acılarına. Gözlerini uzatıyorsun uzaklara, Ruhuna sarılmış Bedenine toprak kokusunu katmış Gidiyorsun yine bak, Duygularını tanımadığın ufuklara. Yüreğinin cümleleri düşüyor aklına Hatırı sayılır Yaşadığın, Kıyısında yaşlandığın... Sırtını yasladığın, Kırgın umutların doluyor yalnızlığına... Gözlerin doluyor sonra Göz çukurlarını yere eğmiş Bir köşede bir başına Duyguları bulutlu bir gece, Ağlıyorsun, Yağmurlu zamanlarınla... Üşür gibi bir halin var Tedirginsin. Omuzlarında ince bir şal Meydan okuyorsun Gönül yaşlarını Demin havaya savuran rüzgâra.

TANRIKIRAN - SAMİ MERCİMEK

Vlykren ormanı her zamanki gibi sessizdi. Gündüz vakitleri sessizlik içinde gizli bir canlılık barındıran bu orman, geceleri ise bin bir temaşa ile dolup taşardı. İşte o alışıldık gündüz sessizliğini bu sefer, düzensiz aralıklarla devam eden bir yolcunun sesleri, -yani- O’nun sırt çantasına sabitlenen birkaç eşyaya çarpan küçük kabzalı kılıçtan çıkan sesler bozuyordu. Havada bir sabah sisi hâkimdi ve ormana çam ağaçlarının, kaya yosunlarının, ağaç mantarlarının kokusu sinmişti. O ise aşina bakışlarla yürüyordu ormanda. Bir süre sonra durdu, parmaklarını yerdeki birkaç ize gezdirip burnuna tuttu. Doğru izi takip ediyordu. Ormanın güney yoluna doğru baktı. İzle beraber kafasında, doğru orantılı muhtemel bir rota belirledi ve biraz etrafı dinledikten sonra yola koyuldu. Kafasında bin bir soruyla -izi takip ederek- ilerliyordu... Kaç gündür yoldaydı? Kaç gündür tenine su değmemişti? Kaç gündür orman meyvesi ve yemişler ile idare ederek heybesindeki azığı eksiltmemeye çalışmıştı?

AHMET KUTSİ TECER: YAZININ ‘VİRGÜL’ BAKIŞI - BELKIS KAYA

Ahmet Kutsi Tecer ismini babasından, ikinci ismini ise doğduğu yer olan Kudüs’ten, soyadını da Tecer dağından almış 1901 doğumlu bir şairdir. Osmanlı toprakları olan Kudüs’de doğmuş ve ilköğrenimini orada tamamlamıştır. Sonrasında ise sırasıyla; Kırklareli ve İstanbul’da öğrenim görmüştür.   Tecer üniversite yılları dediğimiz Dârülfünun da, çekirdeğini Dârülfünun hocalarının oluşturduğu ‘Dergâh’ dergisine dâhil olmuş ve şiirlerini yayınlamaya başlamıştır. Ve yazdığı tüm dergiler; “ Dergâh (1921-1922), Mihrab, Millî Mecmua (1924-1925), Meş‘ale (1928), Görüş (1930-1932), Varlık (1933-1935 ve 1960), Ağaç (1936), Oluş (1939), Yücel (1941), Ülkü (1941-1945), Şadırvan (1949), Türk Folklor Araştırmaları (1949-1980), Türk Düşüncesi (1953-1954), İstanbul, Türk Yurdu (1955-1956) ve Vatan (1957-1958) ” şeklinde sıralanabilir. Tecer, samimi ve mükemmeliyetçi bir insan olduğundan, az ve öz yazmıştır. Bu yüzden hemen her yazdığı şeyi kendince olgunlaştırmadan gün ışığına çıkarmaz ve beklerdi.

VİCDAN MAHKEMESİ - BURAK YALÇIN

Kollarına sarılmış iki ruhsuzla birlikte sırdaş olduğu duvarlara selam vere vere ilerliyordu. Sanki burada gülmeyi Allah yasaklamıştı. Her koridordan acı acı ağlamalar yükseliyordu. Sadece çocuklar gülüyordu, çünkü çocuklar bu hayatın tek suçsuz varlıklarıydı. Herkes mi suçluydu bu hayatta bilinmez, fakat orada sadece suçlu denilen insanlar vardı.   Mübaşir sigaradan kalınlaşmış sesiyle “Sanık Rıza Doğru!” diye bağırdı. Kapı açıldı. Bütün meraklı gözler kapıya çevrildi. İnsanların neler konuştuğunu tahmin etmek çok da zor değildi. Ne de olsa insanlar, sadece gördükleriyle ya da duyduklarıyla yargılar. Kalplerin içindeki gerçekleri göremeyecek kadar körlerdir. Zaten orayı sadece Allah görmez mi? İçeri girdi, insanları çok iyi tanıyordu. Yargısız infaz onların en iyi bildiği işti. Gözlerine bakıp onlardan daha fazla nefret etmek istemiyordu. Bu yüzden başını yerden -hiç- kaldırmadan sanık kürsüsüne geçti. Üzerinde düğününde giydiği siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat ve

BÜYÜK KALPLERİN FENERLERİ - İLTÜZER OKAN

İnsana yönelik açlık kavramı ‘tek’ bir ifadeyle açıklanamaz. Çünkü insanın fiziksel açlığının yanı sıra, bir de ruhunun açlığı vardır. Fakat insanoğlu, bu iki açlığı birleştirmek yerine ‘genelde’ ayırmayı tercih eder. Doğal olarak ihtiyaçlarının birlikte karşılanması gereken bu açlıklar, biz farkında olmadan birbiri yerine geçer ve bizler ruhumuzu ‘yiyerek’ doyurmaya çalışırız. Halbuki açlık, bir çocuk saflığında ve mutluluğunda görülmesi gereken ve böylece birbirinden ayrılmaması gereken ihtiyaçları kapsar. Ve böylece hem ruh hem de beden gerçek bir doygunluğa ulaşabilir. Ancak şu günlerde, özellikle de ruhumuzu ihmal edip sadece fiziksel açlığa odaklandığımız için, dışımız büyüdükçe içimiz küçüldü; bedenlerimiz ise kalplerimizi sıkıştırır oldu.  Bu evreye gelişimiz ise çocukluğumuzu geride bırakmamızla başladı. Çocukken küçücük bedenlerde kocaman kalplere sahiptik; ve işte bu yüzden yaşanan her şeye tertemiz yaklaşırdık. Büyüdükçe bunu yitirdik ve ne zaman kalbi kocaman bir çocu

GİBİ LEZİZ - KAAN EMİNOĞLU

Ne haddeden süzülmüş boyun, Ne dökülmüş şişeden mey dudakların, Ne fayda her durumda sana aldanan... Karşında biçare, Nedim gazeli gibi parlayan Kısa mesafede durmadan sıra sıra Karşıma çıkan en acele vasıtayla Peşinde bir şehri kovalayan. Damdan dama atlayan, Düşen, Gözden, gökten ve gönülden Boşluğa bir çerçeve gibi sinen Sesleriyle ve akisleriyle kesik, İniş takımlarındaki o çaresiz eksiklik Düşmek budur sevgilim, düşmek Etteki o müthiş eziklik Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek* Ölmek gibi leziz. *Ahmet Haşim’in “Ölmek” şiirinden. 

UNUTULAN YER: KUŞEYİ NİSYAN - MÜZDELİFE YILMAZ

Yazıma başlamadan önce sizlerle, başlığın yani “Kuşeyi Nisyan” ifadesinin anlamını paylaşmak isterim. Altı asır, üç kıtaya hükmetmiş bir cihan devleti Osmanlı Devleti’nin kullandığı dil, Osmanlı Türkçesi’dir. Türkçe, Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalarının bir araya gelmesiyle oluşmuş bu dil, çok zengin bir kelime hazinesine sahip. Yazımın başlığı olan Kuşeyi Nisyan, Arapça kökenlidir; “Kuşe” köşe anlamına, “Nisyan” ise unutmak anlamına gelir. Yan yana geldiğinde ise  Kuşeyi Nisyan  günümüz çevirisiyle “ Unutma Köşesi ” veya “ Unutulan Yer ” anlamlarını taşır. Yazımın içeriği ‘unutmak’ ile ilgili olduğu için başlığı, klasiğin dışında kullanmak istedim... Unutmak, insanoğlunun fıtratında bulunan bir özelliktir. Kimi zaman elinde olan kimi zaman farkında olmadan kaybettiği duygu, düşünce, anlar ve anılardır. Farkında olmadan neleri biriktirir, ve yine farkında olmadan saklar içinde; güzel günler, sözler, gülüşler, iyilikler, kötülükler, anılar, acılar, gidişler, kaybedişler... Unu

NİKOLA TESLA: ‘İNSANLIKTA’ YÜKSEK VOLTAJ

İcatlar, yaratıcı insan beyninin en kayda değer ürünleridir. Sık sık anlaşılan ve hak ettiği karşılığı alamayan mucidin zorlu görevi, bilgiyi üreten yaratıcı yeteneğe sahip, son derece ayrıcalıklı bir zümreye ait olmanın verdiği bilinç ve güvenle denemeler yapmanın hazzıdır. Kısa aralıklar haricinde hayatımın çoğunu bu enfes hazzı fazlasıyla tadarak yaşadım. Çok çalışan biri olarak bilinirim,  eğer düşünmekle çalışmak bir tutulursa  muhtemelen öyleyimdir. Ancak ağabeyimin yeteneklerini hatırladığımda ne kadar başarılı olursam olayım onunkilerin yanında yavan kalacağını biliyorum.  En ufak bir beceri sergilediğimde, anne ve babamın -uzun bir zaman önce ölen- ağabeyimi hatırlamasına ve acılarının yeniden depreşmesine sebep oluyordum. Bu yüzden özgüvensiz bir çocuk olarak büyüdüm. Halen gayet net hatırladığım bir olayı düşünecek olursak, aptal bir çocuk da değildim. Bir gün arkadaşlarımla birlikte sokakta oyun oynarken yanımızdan geçen belediye meclisi üyesi -varlıklı bir vatandaştı-

İÇİMDEKİ YAĞMUR - SULTAN ÇAYIR

Yağmur silebilir miydi içimizdeki kötülüğü? Ve ne yapsak geçmeyen kırgınlığımızı? Alıp götürür müydü beraberinde getirdiği damlarla? Çamuru temizlediği gibi içimizi de temizler miydi? Aslında her şeyi silerdi belki “bir damla”; Bir kötülüğü, bir kusuru, bir kederi, bir üzüntüyü... Belki de tek gereken yağmuru içimize yağdırmaktı, Öyle çözümlenecekti tüm sırlar! Evet inanmalı insan “her şeyi yapabileceğine”; İsterse silmeyi isterse yeniden inşa etmeyi. Ve yapabileceği en iyi şeydir O: İçindeki kötülüğü silmeyi bilmeli...