Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ağustos, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

DÜREFŞAN - SAMİ MERCİMEK

Çok il göçtüm uzağında, El olmağa, Uçmağa vardım dürefşan, Tespihimin sağrısına, Adın dedim, Her baş parmağıma dolandığında adın, Gözüm göğe değdi dürefşan. Sazın ince telleri hep ahuzar, Bu kalbin ağrısı hep aynı yar, Çiçekler açar, Canlar akar, Gidenler döndüğüne bakar, Bana incilerini attığın an, Gökler yüzümü kime yazar, Bir sen bilirsin dürefşan. Kurudur ayazın baharın, Kurudur feryadın figanın, Bana, uçan kuşların, Yola düşen abdalın, Sağ yanında seni taşıyan, Bu hamalın, Yükünü sen söyle, Hafifliğimi sen bilirsin dürefşan. Bir kınalı el, Bir edalı bakış, Bunlara mıdır yalvarış, Bende ki bana uzanış, Hakkın indinde olmaya varış, Uzağında, kışında, yazında, Sana el olmam değil midir dürefşan...

ALMANLARIN DEĞERLİ KALBİ: GOETHE

Johan Wolfgang von Goethe, 1749 tarihinde Frankurt’ta doğdu. Nesilden nesile gelişip zenginleşmiş, Thuringen’li bir esnaf ailesinin çocuğuydu. Babası geniş kültürlü bir hukuk bilginiydi. Goethe de babası gibi hukuk okudu. Bu arada birtakım şiirler yazdı. İlk şiirlerini yaktıktan sonra, bazılarını kitaplar halinde yayınladı. Goethe’nin sanat hayatında, Strasbourg’da geçirdiği günlerin büyük önemi vardır. Frederika Brion’la bu şehirde tanıştı; aralarındaki aşk tamamıyla platonikti, üstelik de acı bir ayrılışla sona erdi. Ama Goethe’nin bu aşkın etkisiyle yazdığı şiirlerin, Alman edebiyatının ilk modern şiirleri oldukları söylenebilir. Strasbourg katedraline duyduğu hayranlıksa, başka bir alanda önemli bir eser yazmasına yol açtı: Alman Mimarisi Üzerine. Bu eser, büyük bir ilgi gördü, o zamana kadar hor görülen gotik sanatın sevilip benimsenmesini sağladı. Daha sonra 1773 yılında, Shakespeare’i örnek olarak alan yer, zaman ve hareket birliğini hiçe sayan bir oyun yazdı: Demir Elli Berl

TAM UYAK: DÜŞÜNCELİ KALP - İLTÜZER OKAN

Farkında olmadığımız ancak hayatımızda farkındalık yaratan ‘sorgular diyarı’, belirli olayları daha iyi şekilde ayırt etmemize yardım eder. Ayrıca bu sorgulama, günün bir olayını değil, her günü yaşatan olayları kapsar. Neden, nerede, kim, kimlerle, nasıl vesaire... Sürüp giden bir sürü soru edatı... Böyle denildiği zaman kulağa çok basit geliyor olabilir, fakat minik merak kırıntılarıyla kendi çapımızda yapmış olduğumuz bu çeşit sorgulamalar bizleri altı doldurulmamış hiçbir şeye inanmamaya sevk eder. Her defasında daha çok merak ve daha çok öğrenme isteği... Peki, yaşadığımız dünyada sebepler âlemi olmasaydı neler yapacaktık? Değerlendirme : Çok sevdiğimiz birisini kaybettiğimizde, ‘neden’ demeyi gerektirecek bir sebep ortada yoktur. Bu durum kişiye, sorgusuz ve sessiz bir kaybediş yaşatır. Veya tam tersi; kazanmak için deli olduğumuz bir sınav vardır, fakat nedenin nedeni olmadığı için kazanma isteğimizin bir sebebi de yoktur. Ve kazanmak için bir neden yoksa eğer, istemenin de

ACININ ‘İNCE DOKUNUŞU’ - YASEMİN ARIK

Birçok akademik çalışma üst üste gelince, bir evi sıtır edebilecek duvar niteliğindeki devasa bir kütüphanenin de meydana geldiği söylenebilir. Bununla beraber birçok  TV programının da hassas konularda farkındalık yaratmak için üstün çabalar gösterdiklerine şahit olunur. Peki bunlar, amaçlanan hedefe ulaşmakta başarılı olabiliyorlar mı? Eğer bu sorunun cevabı ‘evet’ ise, neden -hiç durmadan kanayan- yaralarımız hâlâ kanamaya devam ediyor? Çünkü önemli bir şeyi atlıyoruz. Bütün bu bilgi yüklü anlatımların gücü ile katedemediğimiz mesafe, birbirine pek yabancı fakat bir o kadar da birbirine yakışan yürekli iki kelime ile çözümlenebilir. Bu durumu isterseniz Uçurtma Avcısı’nda geçen şu iki kelimelik söz dizisi ile örneklendirelim: ‘genetik piyango’.  Bizler yanılıyoruz. Nefes alıp vermekte iken ısrarcı bir acıyı, gerçekliğin bütün cilvesini kullandığımız vakitlerde, çözümlenmiş şekilde aşikâr ettiğimizi sanıyoruz. İşte bu durum, ‘acının ince kederini’ yansıtmakta eksik kalıyor. Oy

BİLMİYORUM - FARUK SARIKAVAK

Günlerden Cuma... Sabaha kadar oturup birileriyle dertleşme isteği var içimde. Belki dertleşemem; bilmiyorum... Hani derler ya ‘şuramda bir acı var’ ya da ‘şurama bir şey oturdu’ diye... İşte o durumdayım. Şuramda bir acı hissediyorum. Neresi olduğunu anlatmaya gerek yok. Konuya damardan ve darmadağın gireceğim. Âşık mıyım, değil miyim; bilmiyorum. ‘Gel gör beni Aşk n’eyledi’ diyen Yunus gibi miyim; bilmiyorum... Dergâha doğru odun bulabilirim ama dünyaya doğru adam bulabilir miyim; bilmiyorum... Ben şimdi onunla beraber aynı havayı solumak için neler vermezdim. Aynı gökyüzüne bakmak için, aynı denizi ve güneşin batışını birlikte izlemek için neler vermezdim. Ona gelirsek... O, beni şu dünya gözüyle görmek bile istemedi. Ama ben şu hadis-i şerife güveniyorum: ‘Ahirette kişi sevdiğiyle beraberdir.’ Beni şu dünyada ayakta kalmaya dayanak yapan tek sözdür bu hadis. Yoksa nasıl dayanırdım bu acıya? Gerçi bu hadis olsa da ben hâlâ şundan şüpheliyim; ya o beni sevmezse? İşte A

SOMUTSAL DUYGULAR KUBBESİ - SERPİL TOPAL

Bugün biliyoruz ki duygu denilen unsur; bir olay, kimse ya da nesnenin insanın iç dünyasında oluşturduğu, uyandırdığı yankı, etki, tepki, izlenim... Halk dilinde ise duygu denilince akla gelen ilk şeylerden birisi soyut oluşudur. Ve bizler de bütün duyguların soyut tarafını yakalamaya çalışırız. Ama insan için bu her ne kadar soyut olsa da bir noktada bir hareket ile somut duygular haline ulaşır. Oyuncağı kırılan bir çocuğun buruk hüznü, fotoğraf çekilmeden önce ‘zeytin’ kelimesiyle insanların yüzünde oluşan tebessümü, düşlerini gerçekleştiren bir öğrencinin başarı hazzı, sahneye çıkan bir tiyatro öğrencisinin göğsünü sıkıştıran heyecanı... Her bir duyguyu öznel olarak nitelendirmek mümkündür, fakat kültür ve geleneklerimiz, yaşadığımız çevre, içinde bulunduğumuz olaylar ve deneyimlerimiz somut duyguların habercisi değil midir? Duygularımızı açıklar iken bile aklımızın her bir köşesini yokluyor ve öne atılmış o duyguyu somutsal boyutuyla açıklamıyor muyuz? Dünyalar kadar seven ve se

ADRESİNİ BULAMAMIŞ YOLCULAR: MEKTUPLAR - MÜZDELİFE YILMAZ

Mektuplar; adresini bulamamış yolcuları, her satırı adresine ulaşamamış yolculukları ‘kelimeleri’ ile taşır. Gönderenin belli olmadığı, alıcısının belirtilmediği ve adresinin bilinmediği hikâyeleri yansıtır. Gönderenin kimi zaman şikâr kimi zaman aşikâr olduğu, bir türlü adresini bulamayan yolculukların yolcuları... Mektuplar... Ah mektuplar... Tez ulaşan kara haberler, fakat bir türlü ulaşılamayan vuslat haberler yığınıdır. Ahh siz mektuplar: Yazdıkça ilmek ilmek dokunan parmakların nakışları, okudukça kalbe çuvaldızı batıran kara kara kelimeler ve okudukça kuşların sevincini konduran, baharın coşkusunu, kır çiçeklerini umut ezgilerini söyleyen kelimeler yığını... Kalbin kalemle dile geldiği sırlar, gözlerin satırlara akıttığı hasretin gözyaşları... Cephede aylardır ana hasreti çeken Mehmetlerin, ekmek parası diye gittiği yeri kendine yurt edinse de kendi vatanının hasretini çeken Ahmetlerin, yetim bir Zehra’nın, yüzünü dahi hatırlamadığı ve huzurevlerine terkedilmiş Ayşe, Fatma, H

GUY DE MAUPASSANT: BİR KORKU EŞİĞİ(NDE)

Henri René Albert Guy de Maupassant, Fransız bir yazardır. Maupassant henüz çocukken, annesi ve babası ayrılır. Guy ile kendisinden daha küçük olan kardeşi Herve, anneye bırakılır. Annesi, ondaki edebi kabiliyetin gelişmesine yardım eder. Anne, oğlunun okuyacağı ilk kitapları özenle seçer; ve ona bilhassa Shakespeare’i tanıtır. Fakat bunun dışında oğlunu tamamen serbest bırakır. Çok güçlü kuvvetli olan yazarın ilk yılları da belki, ve hatta bütün hayatının en mutlu yılları, bu zamanlarda olur. Maupassant çok güçlü ve kuvvetli bir kişilik taşır; sıhhati, neşesi pek yerindedir; şakadan ve muziplikten hoşlanır. Vaktinden önce kendisini ölüme sürükleyecek olan hastalığı, kendisinde henüz hiçbir belirti göstermez. Onun için, o da kendisini başkentin keyiflerine koyuvermiştir.  Annesi Maupassant’ı Flaubert’e emanet eder. O da 1873-80 yılları arasında, genç yazarın yetişmesine büyük bir titizlik gösterir. Onu, sanat uğrunda her şeyi fedaya teşvik eder. İlk yazılarını okuyup düzeltir. Çev

ŞŞŞŞT! İÇİMDEKİ ÇOCUKLAYIM BUGÜN... - MERVECAN ORAK

İçimdeki Çocuklayım Bugün; Başımı alıp gittiğim, yalnızca bir sitemle kaybolmak.. Kayıp olduğum düşünülen, eksikliğimin kalın fırtınası hissedilen, korktuklarında ortaya çıkan mizgin misali.. İçimdeki Çocuklayım Bugün; Ağır ağır damlayan, kuş tüyü kadar narin, iri ve yumuşacık kar taneleri gibi eriyip, biriktiriyorum düşlerde.. Deli nehir gibi; hırçın, coşkulu, salınıp duruyorum.. Küçüğüm! Hayatı ıskaladığım, zorluklara dil çıkardığım, gün batımına mektup yolladığım düşlerin faslıyım bugün... Masum günahların, içimdeki çocuk yasağının, sersemletici etkisiyle alengirliyim bugün.. Bir hatıram bin ayıbını örterken, coşkun denizlerin bekçisi, cümbüşle dans eden bulutların habercisiyim.. İçimdeki Çocuklayım Bugün; Oradan oraya sürüklenen, kurumaya yüz tutmuş yaprakların mevsimi... Sonbahardan başka mevsimlerin artık olmadığı çocuğum.. Velhasıl! Evren; başımın üstünde olduğu yeri, gafil avladı.. Dilerim günün birinde; aklımın, başımla sürtüştüğü ve ka