Ana içeriğe atla

MAHFER V. (SÖZ) - ABDULLAH YÜKSEL



               Uzun zaman sonra emniyet müdürlüğünden çıkıp, kendine zaman ayırabilecekti. Cinayetten, davadan, suçtan bunalmış olan ruhunu, bir nebze de olsa dinlendirecekti. Nostaljiye olan meyilli yolunu yine Antikacılar Çarşısı’na çıkarmıştı. Popüler kültürün dayatması olan her şeye karşıydı. Ruhunu daraltıyordu. Toplumların kültürünü erozyona uğratan, değiştiren, yönlendiren hatta bazen zorlayan saçmalıklar silsilesi olarak görüyor, ve kabul edemiyordu. 

               Bahariye’den Moda’ya doğru tramvay rayları arasında süzülüp giden yağmur eşliğinde iki dost yan yana yürüyorlardı. Caddenin orta yerinde sola döndüklerinde tam karşılarındaydı, Kadıköy’ün saklı cenneti, Tellalzade sokağı tabelası... Mistik görüntüsüyle ve tarihi binalarıyla meşhur, tam anlamıyla zamanın durduğu bir yerdir Tellalzade sokağı, bilinen ismi ile Antikacılar Sokağı. Şehrin gürültü ve patırtısından uzak, geçmişe doğru yolculuğa çıkaran nadir yerlerdendir. Zamana tanıklık eden bu sokak; geçmişte Kadıköy çarşısının kör noktası, çoğu depo olarak kullanılan iş yerlerinden oluşan köhne bir yerken, farklı bölgelere dağılmış olan antikacıların birer ikişer sokağa taşınması ile bugünkü halini almıştır. Sokağın hemen girişinde duran heykel, ardı sıra ulu orta serilmiş birbirinden eşsiz desenli halılar ile karşılar sizi. Sokaktan aşağıya doğru yürümeye başlayınca boylu boyunca uzanmış dükkanlar arasında kaybolup gidersiniz. İkinci el ev eşyaları, kıyafet, elektronik eşyaları ve antika meraklıları çarşı mozaiğini tamamlar. Sokağı her daim hareketli kılan kitapçılar ve müzik marketleri ise çarşının bir diğer uğrak merkezlerindendir. Çarşının içinde antikacılardan ardınca yükselen plakçalarların arasından bir sese kulak kabarttı; 

                         “Bir eylül akşamı sen geldin bana… 
                          Bir eylül akşamı aşk verdin bana…” 


             Sesin geldiği dükkâna doğru döndü, duraksadı. Sitâre anlamıştı. Sokağın başından beri örtük olarak imzaladıkları sessizliklerine ve yürüyüşlerine devam ettiler. Müzik tutkunlarının ve sahaf gezginlerinin uğrak yeri olan Akmar Pasajı’nın önüne geldiklerinde sokakta duymaya alışık olmadığı sesler yükseliyordu. Bir yandan Reşid Behbudov’un eşsiz sesinden; 

                     “Girdim yarın bağçasına, çiçəklər açmış, 
                      O yar mənim ürəyimə, yaralar sançmış…” 


Bir yandan Nermine Mehmedova’dan; 

                     “Ayrılıq, ayrılıq, aman ayrılıq, 
                      Hər bir dərddən olar yaman ayrılıq…” 

           nameleri ise, pasajın girişinin sağda ve solunda iki plakçalardan sokağı arşınlıyordu. İlk defa bu antikacı dükkânını görmüştü. Lamine dükkân camı önüne dizilmiş daktilolar ile dikkatleri üzerine çekiyordu. Pasaj ile dükkânın giriş kısmının gölgelik kısmında berjer ve rocker karışımı bir sandalyede; yanında püsküllü bir abajur, kucağında battaniyesi, üzerinde kedisi, elinde bir kitapla kalın kaşlı, fırça pala bıyıklı yaşlı bir adam... Sokaktan gelen geçeni gözlüğünün altından sandalyesinin üzerinde bir ileri bir geri giderek süzüyordu. Pasajın çaycı çırağı, dükkân camının mermeri üzerine konulan boşları almaya geliyordu. Yaşlı adam: 
  - Uşaq, bağasan buraya hele! Müslüm’e diyesen, çayxanadan gelirken qara çay getirsin. 


           Mâhfer hemen anlamıştı, yaşlı adamın yarı İstanbul, yarı Azerbaycan Türkçe’si karışımı dilinden; “tavşankanı bir çay istediğini”. Boş bardakları özenle çay askısının içine dizen kıvırcık saçlı çırak: 
- Tamam, Recep emmi, derem şimdi. 


        Mâhfer sokağın diğer yakasından bir bölümü sonradan ekleme olduğu anlaşılan dükkânın desenli vitraylarındaki daktiloları incelerken dikkatini tamamen yaşlı adama yönlendirmişti. Yaşlı adama doğru yürüdü. 
- Salamın əleykum əmi… 


       Yaşlı adam kafasını kitabından kaldırdı. Aklar düşmüş gür kaşlarını çatarak daha önce görmediği deri ceketli filintalı gence ve yanındaki lepiska saçlı yosmaya[1] baktı.
 - əleykum salam. Buyur bir şej mi baxmatın cavanım? 
Mâhfer: 
- Haralısan əmi? 
Yaşlı adam: 

- Neçesen haralı olduğu mu? Bir şej ehtiyac varse dükan daxilde uşaqım var. O size yardım eder. 
- Yok emmi... Ben oğlunun dükkânda olduğunu gördüm. Sizin nereli olduğunuzu merak ettim. 
- Karabağ! Azerbaycan Karabağ... Bilir missen? Haralıyam. Sanki dedesinin yarenini görmüş gibi. 
- Bilirim emmi. Bilmem mi. Benim dedem Laçın göçmeniydi. 
- Laçın mı? Başta neye demirsen ay cavanım. Geçesen içeri. Çay, gayfe söyliyeyim size... Deyiverdi karma Türkçesi ile... 
- Yok, emmi, zahmet vermeyelim sağ ol. 
- Ne zohmeti cavanım. Dedikten sonra kalkıp duvarda duran diyafonun düğmesinin üzerinde iken eli. 
- İki açık çay olsun, emmi. 
- Müslüm biri kara, iki açık, üç çay gönderesen uşaqlan. Diyafondan aynı ses tonu ile. 
- Tamam, Pala emmi, gönderiyorum şimdi. 
- Çaylar gelesiye içerü geçen da. 

         Dedikten sonra Sitâre ve Mâhfer verilen komuta itaatle loş ışıklı dükkâna girdiler. İçeride mobilyalar, halılar, guguklu, köstekli saatler, siyah beyaz fotoğraflar, taş plaklar, daktilolar, eski gözlükler, posterler ve en ilginci de geçmişte çöpe atıldığı anlaşılan kupa ve plaketlerle dolu bir antika cennetti bulunmaktaydı. Çayları getiren kıvırcık saçlı çocuk, başını kaldırıp Mâhfer’e bakarak gülümsedi ve içeride yaşlı adamın oğlunun zamanında içtiği çay boşlarını alıp aynı sessizlikte gitti. 


Yaşlı adam:
-De bakam balam, Kimlerdensen? 

 Mâhfer:
- Kusura bakma emi, kendimi tanıtmadım. Mâhfer... Mâhfer Bedir ben. Bu da hanım arkadaşım komiser Sitâre. Bilmem bilir misin emmi? Halid Bedirov’lardanım. 

- Men de Recep Mikayilzade. Elleri ile aklaşmış burma bıyıklarını sıvazlarken; Pala Recep derler mene. Polis sen anladığım geder. 
- He emmi, baş komiser. Dükkânın çok güzelmiş. 
- Begendeyen bir şej varsa eminden. 

          Beraber çaylarını yudumlarken Mâhfer dedesinin nasıl Türkiye’ye geldiğini, Kafkas Harbi yıllarında yaşadığı acıları, Çerkez, Ahıska, Kürt, Türk karışımı bir aile yapısı ile tam Kafkas mozaiği sergilediklerini bir bir ifade etti. Soyadlarını değiştirmeden Bedirov’tan, Bedir yaptıklarını büyüklerinin ona anlattıkları kadar dile getirdi. Aynı şekilde yaşlı adam Karabağ işgal edildiği yıllarda Iğdır üzerinden bin bir zorlukla Türkiye’ye geldiğini anlattı. Uzun sohbetin ardından; 
- Recep emmi biz kalkalım artık. 
- Gelesen gene? Xoş sohbetsen çavanım. 
- Tabi emmi, açık çayın varsa geliriz biz. Dedikten sonra hep beraber gülümsediler. 
- Gitmeden uşaqa bunları hazırlattım, alasan. Etraz sevmem. Deyip kestirdi. Ücretini vermeye yeltendiyse de; Bu yaptığın “xaneme saygısızlık olur, cavanım.” Demesiyle ısrarından vazgeçti Mâhfer. Pala Recep’ten helallik aldıktan sonra sokakta yürümelerine devam ettiler. Yağmur artık durmuş, güneş ufaktan kendini gösteriyordu. 
- “Eee komiserim şimdi nereye?” dedi Sitâre. 
- Acıktım. Seni şehrin en iyi köfte yapan mekânına götüreceğim. 
- Nerede tam olarak çok merek ettim şimdi. 
- Kız kulesi, boğaz manzaralı... Üsküdar’ın en nezih yeri... 

           Üsküdar sahiline geldiklerinde karşılarında kırmızı renkli çiçek desenli karavandan bozma wosvogen markalı, yetmişli yıllardaki hippilerin araçlarını andıran bir seyyar köfteci büfesi görünce Sitare gülümsedi. 
- “Bahsettiğin kadar varmış manzarası.” dedi Sitâre, alaycı bir tavırla. 
- “Bir de sen köftesini gör.” dedi Mâhfer. Dudak altında gülümseyerek. 

          Karavandan bozma büfenin önünde küçük tabureler ve masalar ile işletmecisi olduğu anlaşılan, kırmızı önlüklü esmer bir adam müşteriler ile ilgilenmekteydi. 
- O Baş komiserim, hoş geldiniz. Ne alırdınız? 
- Hoş bolduk Baran usta. Seni çok met ettim komiserime. Yüzümü kara çıkarma. 

- O zaman her zamankinden iki kişilik yaptırıyorum, uygun mudur? Baş komiserim. 

          Olur, cevabını aldıktan sonra hazırladığı menüsü ile Sitare’yi yanıltmayı başarmıştı. Bir yandan yiyip bir yandan Kız Kulesi’ni izleyen Sitare; “övdüğünden daha iyiymiş.” dedi lokmaları bir bir götürürken. Tam o sıra çalan telefon cevap verecek olan Mâhfer’in sözünü kesti. “Abi neredesiniz? Amir sizi soruyor.” Arayan ekipten Kenan’dan başkası değildi. 
- Niye soruyor? 
- Abi cinayet var! 
- Ne o lâ Behzat amirimde ki Akbaba gibi; “Aga cinayet var” demeler. Bu şehirde cinayetin olmadığı gün mü var? 
- Abi kadın yabancı uyrukluymuş. Surlarda bir dehlizde tinerciler tarafından ölü bulunmuş. Amirim olay ile sizin ilgilenmenizi istedi. 
- İyi yarın geldiğimde beraber gider bakarız. İzinde deyi ver izinde. Bu sabah kendisi uğurladı ya bizi... Demesiyle; 
- Tamam, abi iletirim. 

        Tam o esnada bir turist kafilesi yaklaştı. Hafif şişman, uzun saçlı renkli desenli gömleğiyle boynunda rehber kartı olduğu anlaşılan kişi gelen misafirlere kulenin tarihi hakkında bilgiler vermekteydi. Ve Kız Kulesi ile ilgili efsanevi hikâyeleri anlatıyordu. Kafileye kulak kabartan Mâhfer: 
- “Saçmalık!” dedi. 
- “Saçma olan ne?” dedi Sitâre. 
- Rehberin kule hakkında anlattıkları. 
- Nesi saçma ki? Herkesin bildiği şeylerden bahsediyor. 
- Aslında yıllar boyunca gerçeklikle bağdaşmayan, halkın duymak istedikleri hikâyeler ile dolu yalanlar silsilesi bir tarih kandırmacası içerisinde yaşıyoruz. Çünkü insanlar gerçekler ve açıklayamadığı durumlar karşısında yalanlara, mitolojik ögelere sığınmaya meyillidir. Rehberi yadırgamamak lazım bir yandan da. Bağrından Heredot, Homeros, Ezop, Nasrettin Hoca vs. gibi hikâye ve masal anlatıcıları çıkarmış olan Anadolu insanının hamurunda var bu. Hülasa Homeros, İlyada ve Odysseia hikâyelerini anlatırken antik çağın iki süper gücü Truva ve Atina arasında Akdeniz ticaretinin hâkimiyeti için yapıldığını söyleseydi, kaç kişi dinlerdi onu? Veya böyle bir kalıcılığı ve ölümsüzlüğü yakalayabilir miydi? İçine Paris ile Helen’in aşkı, Akhilleus ve Hektor’un savaşı, kralların hırs ve isteklerinin yanı sıra tanrı ve mitolojik ögeleri koyunca yazdıkları ile tüm insanlığı kendi dünyasının büyüsü altına almış oluyor. Asıl hikâye şu; Geçmişi 2500 yıl öncesine dayanıyor, ana karadan kopan gördüğün bu ada parçası, şu anda Kız Kulesi’nin bulunduğu adacığı oluşturuyor. Kız Kulesi’nden ilk kez M.Ö 410 yılında söz ediliyor. Ve Kız Kulesi ikizi olan bir kuledir. Doğu Roma İmparatoru Manuel döneminde Sarayburnu tarafında bir kule daha yaptırılmış. Kız Kulesi’nden diğer kuleye bir zincir gerilip, boğazdan geçen gemileri vergiye bağlamış ve gemilerin denetlenmesini sağlamışlar. Ayrıyeten antik yelkenli gemilere yol gösteren bir deniz feneri görevi de görmüştür. Boğaz kontrolünü gördüğün şu Üsküdar sahili ile Kız Kulesi arasındaki şu su kanalından geçişi sağlayarak boğazdan ganimet gibi vergi alıyorlardı. Montrö nedeniyle bizim şu anda yapamadığımızı antik çağdaki insanlar başarmıştı. Kule, Osmanlıların elinde çeşitli yangınlar ve onarımlar geçirse de görevi değişmemiş; deniz feneri, boğaz kontrolünü sağlayan kule ve şehirde baş gösteren kolera, veba vb. salgın hastalıkların baş gösterdiği dönemlerde tecrit hastanesi olarak kullanılmıştır. Anlayacağın ortada kızını çok seven bir baba ve kehanete göre yılan sokmasın diye Kız Kulesi’ne saklanan bir kız yok. Maalesef birbirine çok âşık iki genç ve onların kavuşma hikâyesinin hazin sonu da yok. 
- Tarihçi damarın tuttu yine. Sahi niye bıraktın öğretmenliği de geldin polis oldun? 
- Aslında polislik ile öğretmenlik arasında pek fark yokta ondan. Birinde genç nesillerin suça bulaşmasını engelleyip topluma kazandırmak için çaba sarf ediyorsun. Diğerinde suça bulaşmış olan insanları topluma kazandırmaya çalışıyorsun. İkisi de, yığınlar halinde yaşayan toplumun kaos düzeni denilen saçmalığı içerisinde altmış yıllık ömürlerini yaşayıp ölmesi için çabalar. 
- Tam istediğim cevabı alamadım ama... 
- Bir ara anlatırım dostum, bir ara... Kalkalım mı artık? 
- Şimdi nereye peki? 
- Karşıya geçelim. Gerisi Allah kerim... 
- Bana uyar. (Baran Ustaya hesap işareti yaptı.) 
- Aman Baş Komiserim, tatlı, çay bir şey ısmarlasaydık. 
- Başka sefere Baran’ım başka sefere. 

          Sürmene baktı üstünün fazlasını bıraktı ve vapur iskelesine doğru yürüyüşlerine devam ettiler. 
Üç bölmeli olan iskele binasının alt kısmındaki Eminönü-Karaköy turnikelerine yöneldiler. Vapurlarının kıyıya yanaşmasına on dakika olduğunu gösteriyordu; LED panonun yanıp sönen ışıkları. Bir yandan yolcular için geçilen anonslarla bekleme salonundaki uğultu birbirine karışıyordu. Baş Memur, bilet gişelerinin yanında Anadolu’dan mevsimlik iş için kopup gelen iki kişi vapurlara yetişmeye çalışan kalabalığın hengâmesini üzerine oturdukları çuvalların üzerinden izliyordu. Haydarpaşa’nın yıllardır süren tadilatı nedeniyle “Seni yeneceğim Şehr-i İstanbul” klasik sahnesinden de yoksun kalmışlardı. Kalabalığı ve insanların vurdumduymaz tavırlarına karşı, betondan toprağa basmanın imkânsız olduğu bu yerde; “Bizim burada ne işimiz var” endişesi hâkimdi. Camekân alandan denizi seyrederken kıyıya yanaşan bir vapur, birinci zabitin emri ile iskele babasına gemicinin halatları atmasıyla yanaşmaya başladı. Gemicinin seyyar tahta iskele kaplamalarını tam oturtmamışken ardından insan seli gibi hızlı adamlarla yolcular inmeye başladı. Gemiden inen yolcular binanın iki yanındaki revaklı çıkış tünellerinden meydandaki kalabalığa karıştılar. Vapurlarının yanaşması ile açılan kapılar ile organize kalabalık, yine aynı hız ile gemide dolaşmaya başladı. Yağmurdan sonra dinen hava ile nispeten kendini gösteren güneş, yolcuların üst güvertede yer kapma yarışına girişmesine neden olmuştu. Üst güverteye doğru çıkarken lombozdan ağaca sırtını dayamış, kucağındaki mendillerden ışıklarda duran araçlara sattığı anlaşılan bir çocuk simidini sokak köpeği ile paylaştığını gördü. Çocuğa daha dikkatli bakmak istediyse de kalabalığın itişmesiyle tırabzanlardan tutunarak dar basamaklardan üst güverteye çıktılar. Üst güvertede ağacın dibine bakındı. Gözü çocuğu arıyordu. Gözüne iliştiğinde de bir aracın sokak köpeğine çarptığını yere saçılan mendillerle çocuğun başında olduğunu gördü. Geminin hareket etmesiyle beraber kendi çocukluğuna götüren, bu iç burkucu sahneden uzaklaştı. Her gemi yolculuğunda olduğu gibi güverteler; martıları besleyenler, boğaz manzaralarını çekmek için yarışa girenler, son dakikada vapura yetişenler ve genç sevgililerle doluydu. Boğaz suları motorun çalışması ile kabarmaya başladı. 

Sitare sordu:
- Pala amca ne koydu poşete bakmadın halen. Açtığında; O iki kırk beşlik plak, bir de Sabahattin Ali kitabı... Haydi, yine iyisin. 

- Sağ olsun. Deyiverdi Mâhfer. 

           Gözü, şehrin siluetini bozan Maslak’tan Beşiktaş’a uzanan şehrin kibir abidelerine takıldı. Bir Tarlabaşı’na baktı, Bir Beşiktaş’a... Köhne ve harap binalar... Bir cadde ara ile iki farklı yaşam. Birinde az ile yetinen kurban, diğerinde açgözlü canavarların şatosu... İnsanlara tepeden bakan, sadece toplumun belirli bir kesiminin boğaz manzarasını daha iyi izleyebilsin, gerisine de ölün siz haşereler edasıyla duran şehrin mezar taşlarını andıran bu yapılara baktıkça “İstanbul günbegün ölüyorsun. Ciğerine hançer gibi saplanan bu yapılar, manzaranı öldürüyor.” diye söylendi. 

          Sonra vapurdan inene kadar ikisi de sessizliğine gömülmüş bir şekilde boğazı seyre daldılar. 
İskelenin turnikelerini geçtikten sonra Beşiktaş-Kabataş tarafına baktı. Kalabalık ve trafik yine sıkışmıştı. Kalabalığa karışmadan Karaköy istikametine doğru yürüyüşlerine devam ettiler. Karaköy Palas'tan, Tophanenin gökkuşağına boyanmış merdivenlerini çıkarken, ciğerleri bir anlığına onu rahat bırakmadı. 
Sitâre:
- Tutturmuşsun çocukluğumdan beri hastaneler ile işim olmadı, olmaz da... Bir görünsen, artık. 

Mâhfer:
- Dedin işte; çocukluğumdan kalma bir şey diye. Dünyaya gelmek istediğim zamanda annemi çok yormuşum, söylenene göre... Zamanla kalıcı oldu, bu ciğer sancısı işte. 

- Annene görüneceğim demiştin. 
- Annem o sözü hatırlamıyordur bile Sitâre... 
- Hatırlamıyor diye birine verdiğin söz unutuluyor mu? Peki ya o! Ona verdiğin söz... Antikacılar Sokağında Erkin Koray çalarken duraksayışın gözümden kaçmadı sanma. 
- Bilir misin Sitare? Mahkeme duruşma salonlarındaki “Adalet Mülkün Temelidir” yazısından önce eskiden ilk medeni kanunumuz olan Mecelle’nin 4. Maddesi yer alırdı. “Şek İle Yakîn Zail Olmaz” yazardı. Bu cümlenin anlamının kapsadığı bir alan ise kişilerin birbirine söz vermesi üzerinedir. Birisi bir konu ya da durum hakkında birine söz verirse sözü alan kişi “Bana sözün yoktur. Ben sözünü tuttum sayıyorum” derse ve daha sonra da “Bundan pişmanlık duyduğunu, sözünü tutması gerektiğini” söylerse, ibrâ geçerli olup, İslam Hukuk’unda ve Allah katında söz tutulmuş olunur. Anlayacağın o, bana şunu söyledi; “Ben sözünü tuttun sayıyorum.” Ve ben de bu söz vebalinden kurtulmuş oldum. Birde Neşet Baba'nın bir sözü var: Taşa, toprağa gerek yok. İnsanların gömüldüğü tek yer (elini gönlünün üzerine götürür) burasıdır, der. Ve ben, yüreğe gömülen birini yalanlarla tekrardan diriltemem. 
- Yalan söyle demiyorum; zaten insan, başkasının mutluluğu için günah işlemez. 
- Yusuf vardı senin... Ne oldu ona? 
- Bitti. Bir ara sürekli arayıp duruyordu. Ben de buna dedim ki; “Mutluluk vermiyorsun, mutsuzlukta bulaştırma. Artık “seninle mutsuzluğa da varım” diyecek gücüm de yok. Yalnızlık içindeki sahici bir mutsuzluk, yalanlar içerisine sıkışmış bir mutluluktan iyidir.. Turgut Uyar’ın dizelerinde de yaşamıyoruz. Ve ne sen Turgut Uyar’sın ne de ben Tomris... Yaşadıklarımız da “Göğe Bakma Durağı” değil. Arayıp “Durma/dan kendini hatırlat/manın anlamı yok!” dedim. Bir daha da görüşmedik. 
- O nasıl ağır konuşmak... Adamı şiir ile dövmüşsün. Aklı varsa görüşmez. Deyişiyle iki dost kahkahaya boğuldular. Sanki geçmişte bu olaylar karşısında acı çekenler başkasıymış gibi... Yaralarını en afili kahkaları ile kapatmaya çalışıyorlardı. 
- Bak sana ne diyeceğim; Bizim ekipte Eda diye bir kız var. Bir konuşsanız diyorum. İyidir. Kafan dengidir, diyeyim. 
- Gönlüm uymaz öyle ama her saza, Sitâre... Bilirsin. 
- Uymasa da olmadı dersin dostum. 

            Bir iç çektikten sonra daracık denize kavuşan Cihangir sokaklarında yürümeye devam ettiler. Tophane’nin gökkuşağına boyanmış merdivenlerinin yokuşuna nazaran Köşe Çeşme’nin, Cihangir Cami’sine varan yokuşunu inmek biraz olsun iyi gelmişti. Lakin Köşe Çeşme’nin harap halini görünce; “Tarihe saygınız bu kadar mı? Ya hu" diye iç geçirdi. Ve yollarına devam ettiler. Pürtelaş Mahallesi’nin sonunda yer alan, Cihangir Camii’nin bahçesinden ufuktaki güneş ışığının göz yanılsamasına sebep olan görüntüsü ile semazenleri andıran, Mihrimah Sultan Cami’sinin minarelerine ve eşsiz İstanbul panoramik manzarasına karşı seyre dalarken; 

- Ne demiştin sen ona “Gönül, gönlün memleketidir midir ne?” Memleketten ayrı gurbette, garip olarak yaşamak; sana yakışır mı, şimdi? 

        Dünyanın yükünü kamburunda sırtında taşıyan Şehzade Cihangir’in adına yapılan Camii’nin yaldızlu desenlerini uzun uzun incelerken; 

- “Allah'ın mülkünde olan kimse ne gurbettedir ne de gariptir. Gurbet, biz insanların kalbindedir” dedi. Ve Caminin kapı eşiğine doğru yöneldi. İçeri girdi. 

                                            1. BÖLÜM SONU




[1] Azerbaycan Türkçesi ve Kuzeydoğu Anadolu Ağzında Yosma: “Genç, şen, çok güzel, zarif, kıymetli, albenili, korkusuz, edalı, işveli vb. anlamlar gelmektedir.” Zamanla anlam değişikliğine uğramıştır. Kuzeydoğu Anadolu’da halen daha bu isim, genç kızlara verilmektedir.

Abdullah YÜKSEL




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu