Gözlerimi
açtığımda, kendimi ucu bucağı gözükmeyen bir mahkeme salonunun ortasında
buldum. Bu kadar -çok sayıda- insanın bir arada olmasının tek bir açıklaması
olmalıydı; galiba kıyamet sonrası mahşer alanındaydık. İnsan hışmının ortasında
ne olduğunu anlamaya çalışırken, gür bir sesin “sessiz olun” diye bağırmasıyla
birlikte gürültü aniden kesildi ve ortalık çöl sessizliğine büründü. Herkes,
pür dikkat kesilmiş hâkimin ağzından çıkacak kelimeyi bekliyordu. Hâkim: “yaz
kızım, davacı Âdemoğlu, davalı Ademoğlu.” Nasıl yani biz burada kendi kendimizi
mi davaya vermiştik şaka gibiydi. Hâkim sözlerine devam etti: “Davacı olan
Âdemoğlu, sanık Ademoğlundan, Hakkı olan meseleleri almak için mahkememize
başvuru yapmıştır. Şimdi davacıdan şikâyetini dinleyelim, buyurun.”
Âdemoğlu:
“Efendim, malumunuz Sümerlerden bu yana hep dile getirdiğimiz bir konu var.
Artık her gelen yeni nesil iyice bozuldu bizleri dinlemiyorlar şikâyetçiyiz.”
dediler. Söz hakkının Ademoğluna geçmesi ile beraber, onlar: “Bu konuda bize
haksızlık ediyorlar Hâkim bey. Kimse bize yol göstermiyor, sözde kendini önder
olarak tanımlayan ve çok şey bildiğini iddia eden büyüklerimiz kendi
kabuklarına çekilmiş durumdalar ve hiçbir şey yapmıyorlar. Sizde bilirsiniz ki,
değişmeyen tek şey değişimdir. Bizler o çağın çocuklarıysak eğer, o çağda
ortaya çıkan şeylere ayak uydurmalıyız. Bu durum hem bozulduğumuz anlamına da gelmez.
Bozulmanın ne demek olduğunu açıklamalarını istiyoruz.” dediler. Hâkim: “Açıklama
yapacak mısınız?” diyerek soruyu Âdemoğluna yöneltti.
Âdemoğlu:
“Efendim! Bizler artık, yeni gelen neslin bir anlam için çabalamadığını
düşünüyoruz, öyle anlamsız öyle saçma sapan şeylere takılıp peşinden gidiyorlar
ki, biz bile bu hallerine şaşırıp kalıyoruz. Kendi değerlerine geçmişlerine
sahip çıkmıyorlar efendim.” dediler. Hâkim, bunun üzerine: “Şimdi, bilirkişi
olarak Cemil Meriç’i buraya çağıralım, bizlere bu konu hakkındaki fikirlerini
söylesin.” dedi. Cemil Meriç ise kendisine ayrılan bilirkişi bölümünden: “Geçmiş,
gelecek ile bugün arasında kurulan bir köprüdür. Sizlere, yani Âdemoğluna düşen
görev ise mazideki birikimleri yeni gelen nesle aktarmaktır.” dedi. Sorum şu: “Bu
görevi yaptınız mı?” Ortada dönmeye başlayan uğultu ile birlikte, Âdemoğlundan
bir cevap gelmedi. Hâkim tekrar söze başlayarak: “Şimdi söyleyin bakalım,
birikimleri aktarmak için Ademoğlunun seviyesine çıkmayı deneyip, onları
anlamaya çalıştınız mı?” dedi. Tekrar bir uğultu yükseldi ama cevap veren kimse
yoktu. Hâkim: “Yaz kızım, davacı Âdemoğlu bu konuda kendisine verilen görevin
gereğini yerine getirmediği için, bu mesele hakkında bir hak talep etme hakkını
ortadan kalmıştır.” dedi. Ve bunun üzerine Hâkim sözlerine devam etti: “İkinci
şikâyetiniz nedir, buyurun konuşun.”
Âdemoğlu:
“Efendim, malumunuz dünyada birçok insan açlıktan ve susuzluktan ölüyor. Ama
Ademoğulları bu konu hakkında tek bir önlem almıyor. Yemeklerini çöpe atıyor,
yediği her fotoğrafı aç var mı yok mu diye düşünmeden sosyal medyada
paylaşıyor. Bu durumdan şikâyetçiyiz.” dediler. Hâkim: “Bu konu hakkında
söylemek istediğiniz bir şey var mı Ademoğlu?” dedi. Ademoğlu: “Hâkim bey, bir
tarafta insanlar açlıktan ölüyorsa biz ne yapabiliriz. Onlar açlıktan ölüyor diye
yemek yemeyelim mi? Tamam bu dünyanın sorumluluğu fazla ama böyle şeyler oluyor
diye biz bu hayatı yaşamayalım mı? Hem biz kimiz ki o insanlara yardım edelim,
ne bir vasfımız var ne de sözümüzün geçeceği bir yer. O yüzden şikâyeti kabul
etmiyoruz.” dediler. Hâkim yine bu konuda da gerekli yardımı isteyerek: “Bilirkişi
olarak bu konuda Hz. Ömer’i çağıralım bakalım ne diyecek.” dedi. Hz. Ömer: “Başkasını
ıslah etmeye kalkışmadan önce, kendini ıslah et. Âdemoğluna sorum şu: ‘Bu
konudan şikâyetçi olurken kendi kilolarınıza hiç baktınız mı, ya da aç
komşunuzun halinden anlamamak için zengin mahallelerine mi taşındınız yoksa aç
olan o komşunuzun kapısını ekmeğinizi bölmek için mi çaldınız?’ Ademoğluna ise
sorum şu: ‘Bu bilince sahip olduğunuzu bilmenize rağmen neden insanların
gözünün içine sokacak şekilde yediklerinizi paylaştınız? Tek taştan duvar
olmadığını bilirsiniz ama birlik ve beraberlik ile bu kabul etmediğiniz şikâyeti
çözüme kavuşturabilirdiniz.’” dedi. Her iki tarafın da anlamsız bakışları Hâkime
dikilmişti, ne diyeceklerini bilemiyorlardı. İlk olarak kim konuşacak diye
merak ederken Hâkim söze girerek: “Yaz kızım, bu konu hakkında tarafların her
ikisi de haksız görülmüştür. İki tarafında bu konuda hem şikâyet etme hakkı hem
de karşı taraftan hak talebinde bulunma hakkı ortadan kalkmıştır. Davanın
detaylı incelenmesi için duruşmaya burada ara verilip ileri bir tarihe kadar
her iki tarafın da hak talep ettikleri konuların iyice incelenmesi için
duruşmayı erteliyorum.” dedi.
Hâkimin
bu sözleri üzerine herkes toplanmış olduğu yerden dağılmaya başladı ama ortada
ne bir kapı ne de bir pencere vardı. Aniden yok olup gidiyorlardı. Az önce
şahit olduğum bu yargılama neyin nesiydi bilmiyorum ama hiç bitmeyecek bir
davaya benziyordu. Çünkü bu hayatta şikâyetçi olduğumuz o kadar çok mesele var
ki ve sürekli olarak bu meselelerde birilerini suçlu görüp suçlu gördüğümüz
kişilerden hak talep ediyoruz. Oysa bu yargılama öyle değildi, burada davacı da
davalı da insanın kendisi, yani vicdan muhasebesiydi. Dünyaya adım attığımız
günden beri yaptığımız iyi veya kötü şeylerin bedellerini nasıl olur da başkalarından
talep edebiliriz. Bedeli ödeyen de alan da bizler iken nicedir bu hakkımız
olmayan meseleler hakkında hak talep etme safsatası nedendir. İnsana, “sen bundan şikâyetçisin ama sen neden böyle
değilsin” diye sorarlar. Yine başa dönmüş oluyoruz ama, insan nedir diye
tanımlamaya kalkacak olursak bu yargılama çerçevesinde, söylenilebilecek tek
söz şu olurdu galiba; “İnsan çelişkiler
fırtınasının bir garip yolcusudur.” Vesselam; yolculuğumuzun da garipliği,
fırtınanın aczidir.
Yorumlar
Yorum Gönder