Ana içeriğe atla

HAKKIMIZ OLMAYAN MESELELER - MUZAFFER BİLSİN


Gözlerimi açtığımda, kendimi ucu bucağı gözükmeyen bir mahkeme salonunun ortasında buldum. Bu kadar -çok sayıda- insanın bir arada olmasının tek bir açıklaması olmalıydı; galiba kıyamet sonrası mahşer alanındaydık. İnsan hışmının ortasında ne olduğunu anlamaya çalışırken, gür bir sesin “sessiz olun” diye bağırmasıyla birlikte gürültü aniden kesildi ve ortalık çöl sessizliğine büründü. Herkes, pür dikkat kesilmiş hâkimin ağzından çıkacak kelimeyi bekliyordu. Hâkim: “yaz kızım, davacı Âdemoğlu, davalı Ademoğlu.” Nasıl yani biz burada kendi kendimizi mi davaya vermiştik şaka gibiydi. Hâkim sözlerine devam etti: “Davacı olan Âdemoğlu, sanık Ademoğlundan, Hakkı olan meseleleri almak için mahkememize başvuru yapmıştır. Şimdi davacıdan şikâyetini dinleyelim, buyurun.”
Âdemoğlu: “Efendim, malumunuz Sümerlerden bu yana hep dile getirdiğimiz bir konu var. Artık her gelen yeni nesil iyice bozuldu bizleri dinlemiyorlar şikâyetçiyiz.” dediler. Söz hakkının Ademoğluna geçmesi ile beraber, onlar: “Bu konuda bize haksızlık ediyorlar Hâkim bey. Kimse bize yol göstermiyor, sözde kendini önder olarak tanımlayan ve çok şey bildiğini iddia eden büyüklerimiz kendi kabuklarına çekilmiş durumdalar ve hiçbir şey yapmıyorlar. Sizde bilirsiniz ki, değişmeyen tek şey değişimdir. Bizler o çağın çocuklarıysak eğer, o çağda ortaya çıkan şeylere ayak uydurmalıyız. Bu durum hem bozulduğumuz anlamına da gelmez. Bozulmanın ne demek olduğunu açıklamalarını istiyoruz.” dediler. Hâkim: “Açıklama yapacak mısınız?” diyerek soruyu Âdemoğluna yöneltti.
Âdemoğlu: “Efendim! Bizler artık, yeni gelen neslin bir anlam için çabalamadığını düşünüyoruz, öyle anlamsız öyle saçma sapan şeylere takılıp peşinden gidiyorlar ki, biz bile bu hallerine şaşırıp kalıyoruz. Kendi değerlerine geçmişlerine sahip çıkmıyorlar efendim.” dediler. Hâkim, bunun üzerine: “Şimdi, bilirkişi olarak Cemil Meriç’i buraya çağıralım, bizlere bu konu hakkındaki fikirlerini söylesin.” dedi. Cemil Meriç ise kendisine ayrılan bilirkişi bölümünden: “Geçmiş, gelecek ile bugün arasında kurulan bir köprüdür. Sizlere, yani Âdemoğluna düşen görev ise mazideki birikimleri yeni gelen nesle aktarmaktır.” dedi. Sorum şu: “Bu görevi yaptınız mı?” Ortada dönmeye başlayan uğultu ile birlikte, Âdemoğlundan bir cevap gelmedi. Hâkim tekrar söze başlayarak: “Şimdi söyleyin bakalım, birikimleri aktarmak için Ademoğlunun seviyesine çıkmayı deneyip, onları anlamaya çalıştınız mı?” dedi. Tekrar bir uğultu yükseldi ama cevap veren kimse yoktu. Hâkim: “Yaz kızım, davacı Âdemoğlu bu konuda kendisine verilen görevin gereğini yerine getirmediği için, bu mesele hakkında bir hak talep etme hakkını ortadan kalmıştır.” dedi. Ve bunun üzerine Hâkim sözlerine devam etti: “İkinci şikâyetiniz nedir, buyurun konuşun.”
Âdemoğlu: “Efendim, malumunuz dünyada birçok insan açlıktan ve susuzluktan ölüyor. Ama Ademoğulları bu konu hakkında tek bir önlem almıyor. Yemeklerini çöpe atıyor, yediği her fotoğrafı aç var mı yok mu diye düşünmeden sosyal medyada paylaşıyor. Bu durumdan şikâyetçiyiz.” dediler. Hâkim: “Bu konu hakkında söylemek istediğiniz bir şey var mı Ademoğlu?” dedi. Ademoğlu: “Hâkim bey, bir tarafta insanlar açlıktan ölüyorsa biz ne yapabiliriz. Onlar açlıktan ölüyor diye yemek yemeyelim mi? Tamam bu dünyanın sorumluluğu fazla ama böyle şeyler oluyor diye biz bu hayatı yaşamayalım mı? Hem biz kimiz ki o insanlara yardım edelim, ne bir vasfımız var ne de sözümüzün geçeceği bir yer. O yüzden şikâyeti kabul etmiyoruz.” dediler. Hâkim yine bu konuda da gerekli yardımı isteyerek: “Bilirkişi olarak bu konuda Hz. Ömer’i çağıralım bakalım ne diyecek.” dedi. Hz. Ömer: “Başkasını ıslah etmeye kalkışmadan önce, kendini ıslah et. Âdemoğluna sorum şu: ‘Bu konudan şikâyetçi olurken kendi kilolarınıza hiç baktınız mı, ya da aç komşunuzun halinden anlamamak için zengin mahallelerine mi taşındınız yoksa aç olan o komşunuzun kapısını ekmeğinizi bölmek için mi çaldınız?’ Ademoğluna ise sorum şu: ‘Bu bilince sahip olduğunuzu bilmenize rağmen neden insanların gözünün içine sokacak şekilde yediklerinizi paylaştınız? Tek taştan duvar olmadığını bilirsiniz ama birlik ve beraberlik ile bu kabul etmediğiniz şikâyeti çözüme kavuşturabilirdiniz.’” dedi. Her iki tarafın da anlamsız bakışları Hâkime dikilmişti, ne diyeceklerini bilemiyorlardı. İlk olarak kim konuşacak diye merak ederken Hâkim söze girerek: “Yaz kızım, bu konu hakkında tarafların her ikisi de haksız görülmüştür. İki tarafında bu konuda hem şikâyet etme hakkı hem de karşı taraftan hak talebinde bulunma hakkı ortadan kalkmıştır. Davanın detaylı incelenmesi için duruşmaya burada ara verilip ileri bir tarihe kadar her iki tarafın da hak talep ettikleri konuların iyice incelenmesi için duruşmayı erteliyorum.” dedi.
Hâkimin bu sözleri üzerine herkes toplanmış olduğu yerden dağılmaya başladı ama ortada ne bir kapı ne de bir pencere vardı. Aniden yok olup gidiyorlardı. Az önce şahit olduğum bu yargılama neyin nesiydi bilmiyorum ama hiç bitmeyecek bir davaya benziyordu. Çünkü bu hayatta şikâyetçi olduğumuz o kadar çok mesele var ki ve sürekli olarak bu meselelerde birilerini suçlu görüp suçlu gördüğümüz kişilerden hak talep ediyoruz. Oysa bu yargılama öyle değildi, burada davacı da davalı da insanın kendisi, yani vicdan muhasebesiydi. Dünyaya adım attığımız günden beri yaptığımız iyi veya kötü şeylerin bedellerini nasıl olur da başkalarından talep edebiliriz. Bedeli ödeyen de alan da bizler iken nicedir bu hakkımız olmayan meseleler hakkında hak talep etme safsatası nedendir. İnsana, “sen bundan şikâyetçisin ama sen neden böyle değilsin” diye sorarlar. Yine başa dönmüş oluyoruz ama, insan nedir diye tanımlamaya kalkacak olursak bu yargılama çerçevesinde, söylenilebilecek tek söz şu olurdu galiba; “İnsan çelişkiler fırtınasının bir garip yolcusudur.” Vesselam; yolculuğumuzun da garipliği, fırtınanın aczidir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu