199… Temmuz sabahıydı. Zamp Dağı’nın zirvesini saran süt beyazı pus yumağı, bölük pörçük dağılıyordu. Kurt Dişi tepesinin yamacında kalan son buzul kar sularının süzüldüğü yerde, rüzgârla savrulan pus yumağı içerisinde üç-beş insan karaltısı...; dağın yamacında vadiye yaslı iki tepe arasında yer alan yaylaya bakıyorlardı. Karartının içinde diğerlerine nazaran uzun boylu, güçlü omuzlu, aşağı yukarı dikdörtgen bir yüz, keskin ve dik bakışlı kaşlar ve gözler, hafif uzun grilik karışmış siyah saçlar, soğuktan ortadan yarılmış etli yay gibi bir dudak ve yanmış teni, siyah tüyleri ile tam bir esmer güzeli olan Cemilo, elinde silahı ile durmaktaydı. Gün ağarmaya yakın keşif nöbeti tutuyordu. Bir ara yanındakilere bir şey söylemeden Kurt Dişi kayalıklarından indi ve oradan uzaklaştı. Kendini yalnız ve güvende hissettiği bir kayalık kovuğunda, mücevher gibi sarıp sakladığı telsizini çıkardı. Hışırtılı bir ahizeden sonra...; kodu ile anonsunu geçmeye başladı.
- Kartal Yuvası, burası Kurt İni. Cevap ver, Kartal Yuvası. Kısa bir sessizliğin ardından cevap alamayınca tekrarladı; beni duyuyor musun Kartal Yuvası? ‘Ne oldu buna! Geçen yağan dolu yüzünden hasar mı aldı acaba.’ diye düşünürken eliyle telsize bir iki vurduktan sonra kodu tekrara geçti. Cızırtılı ve hışırtılı bir ahize sesiyle karşı taraftan cevap geldi.
- Burası Kartal Yuvası... Dinliyorum Kurt İni.
- Kartal Yuvası, önümüzdeki hafta yaylaya baskın verilecek! Kesin bilgi Kartal Yuvası.
- Kurt İni, emin misin? Kurt İni. Geçen sefer gibi boş çıkmasın?
- Kesin bilgi Kartal Yuvası. Geçen sefer ekibin zamansız gelişini önceden görmeleri nedeniyle başarılı olunamamıştı. Hatırlatırım Kartal Yuvası.
- Tamam Cemil! Oğlum zamanı belli mi peki?
- Hayır komutanım. Her an teyakkuzda olunmalı. Onlar ortadan kaybolduğumu anlamadan geri dönsem iyi olacak.
- Tamam aslanım. Bir gelişme olursa mutlaka haberdar et.
- Tamam Kartal Yuvası anlaşıldı.
- ‘Allah yardımcın olsun Kurt İni’ sözü ile telsizi kapattı. Aynı özen ile sardı sarmalı ve telsizi kayalığın kovuğuna saklamak yerine, dolu yağışı esnasında olduğu gibi kendi üzerine aldı.
Kurt Dişi’ne doğru giderken arkasına berisine kimseye göründüm mü diye bakınırken; çatık kaşları ile Beyto’yu gördü.
- Nerdasan, Cemilo? Sabah olmadan ne arıyon dışarıda!
- Bu sorgulayıcı ve emri vaki bakışlar altında Cemilo; “helaya gittim, Beytocan” dedi.
- İnsan bi’ haber ederdi. Sesiz sedasız çekip gitmişsen.
- Helaya gitmek için haber mi vereydim yani. Bilseydim bok görmeye bu kadar meraklısın, seni de götürürdüm. -Zan altında kalan bir kimsenin, durumdan kurtulmak için yaptığı öz savunma hamlesiydi bu.- Sert cevap karşısında yüzü düşen Beyto’nun gönlünü yapmak için; “geçen dolu da üşütmüşüm, akşam yemeğini de fazla kaçırınca rahat bırakmadı geceden beri bok uçkuru.” deyiverdi.
- Aldığı sert cevap karşısında kırgın olsa da Beyto; “ey geç içeri sıcağ bir şeyler iç, ey geler.” dedi. Cemilo fazla münakaşaya girmeden içeri geçti.
Zamp Dağı’nın eteklerini yalayarak soğuyan rüzgâr; vadinin tan ağaran karanlığı içerisinde iki tepenin yamacına sıkışmış, uykudan uyanmak üzere olan yaylanın üzerine hızla ilerliyordu. Elektriğin olmadığı; çıra, meşale, gaz lambası ile aydınlatılan yayla evleri belli belirsiz seçilmeye başlanmıştı. Tan karanlığının içinde güneşin zayıf ışınları ile beraber ay, belirsizleşen gümüş renkli ışınlarını tomurcukların üzerinden alıp uykuya dalıyordu. Soğuk rüzgârın etkisiyle bitkilerin ve tomurcukların üzerini yaz çiyleri kaplamıştı. İki gün önce yağan ve yaz yağmurlarının habercisi olan dolu ile toprak iyice gevşemişti. Tüm vadi canlıları huşudaydı. Yalnızca; etrafı çimento kullanmaksızın sadece taş işçiliği üzerine sıva toprak ve yalıtım malzemesi olarak tezek ile kaplanmış, tavanı meşe, çam tomrukları ve mertekler[1] ile yapılan, gerilen brandanın üstüne örtülü toprakla yayla evin üzerinde bir adam ve yarı uyanık köpeğinin hırıltısı ayaktaydı. Bir de yayla evlerinin köşelerinden taşan brandayı, sürekli savurup hışırdatan rüzgâr... Güneşin aydınlığı, damın üzerindeki adamın gece uykusuzluğundan kızarmış gözlerini kamaştırıyordu. Güneş, onun mesaisinin bittiğinin habercisiydi. Bu gecede bir baskın, hırsızlık gibi herhangi bir vukuat yaşamadan evinin yolunu tutup, uykusuzluktan sarkmış göz torbalarını, pekenin[2] üzerinde kendisini bekleyen yastığına gönül rahatlığıyla koyup dinlendirebilecekti. Elindeki tüfeği, düdüğü, el feneri ve yanındaki sadık köpeği ile yaylanın gece bekçileri, her gece konumları itibariyle kendilerine belirledikleri damların üzerinden inerek evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Güneşin kendisini göstermesiyle beraber, etrafını ısırgan otunun sardığı ağıllardan davarlar çıkartılıyor, sürüye katılmak üzere toplanma alanlarına götürülüyordu. Ocaklarda sele ekmeğinin dumanı tütmekteydi. Dağılan pus ile yayla, yavaş yavaş uyanmaktaydı.
Köyün delisi olan Sölmez, -yine- köyden yürüyerek, kilometrelerce yolu gece boyu tamamlayıp yaylaya gelmişti. Sırtında içinde kimsenin ne olduğunu tam olarak bilmediği, tıka basa dolu bir un çuvalı vardı. İki eliyle boynu hizasında yer alan çuvalı yol boyunca taşırken, naylon ipleri boynunu tıpkı bir köpek kıştası[3] gibi kesmişti. Üzerinde kat kat hafif tenli ve kirli elbiseler, kemer yerine ip ile bağlanılan üst üste giyilmiş iki pantolon vardı. Kirli sakallı ve hafif sağ yandan salya ağızlıydı. Sölmez’in gelişini gören çocuklar etrafına üşüşüp kendilerince onunla eğlenmeye çalışırlardı. Köyün çeşmesi üzerinde ise kadınlar ev işlerini hallettikten sonra kuşluk vakti su almaya inerlerdi. Uzun entarileri, renkli yazmaları ve süslü giysileri ve heçıkları[4] ile tek dedikodu alanı olan çeşme başında Sölmez’in gelişini gördüklerinde, her zaman olduğu gibi ondan gelecekleri hakkında kehanette bulunmasını isterlerdi. “Kimisi çocuğum olacak mı? Kimisi evlenecek miyim? Kimisi borç harçtan kurtulacak mıyız?” diye sorular yöneltirlerdi. Çocuklar tarafından bile dışlanan ve oyun eğlencesi olarak görülen Sölmez, böyle fırsatları kaçırmazdı. Bunu kendisine toplumda bir yer edinmenin yolu olarak görürdü. Deli olan Sölmez miydi yoksa kendini akıllı sanan hurafelere boğulmuş köy ahalisi miydi bilinmez. İçlerinde en akıllıları belki de Sölmez’di. Tıpkı W. Shakespeare’in ünlü oyunu Kral Lear’da Gloucester’a söylettiği gibi; “zamanımızın lâneti bu; deliler körlere yol gösteriyor.” Sölmez’in geçmişte tutturduğu birkaç kehanetin gerçekleşmesi, bazı kesimler tarafından evliya ilan edilmesine etki etmişti. Bunlar, deliden medet uman akıllılar sürüsü idi. Aslında hepimiz biraz öyle değil miyizdir; en ufak umuda, söze sarılıp, hayatın tüm kaosuna karşı yaşamaya debelenen kişiler... Ve sığındıkları gerçeklikte; “delilerin, gönül gözü açık olurmuş.” cümlesi.
Yayladaki erkeklerin tek aktivitesi, Hızarcı Memo’nun yaylasının önündeki sallara oturup tütün içmekti. Hızarının olması ve geçmişte giriştiği birkaç adam yaralama olayı nedeniyle Memo, ahalide demirbaşı kesilmişti. Şark köşesi salına kurulur, yanında da onu sokak köpeği gibi takip eden köy muhtarı ve orman bekçisi ile dün gece komşu köyle giriştikleri kavgayı büyük bir iştahla anlatıyorlardı. Küçük toplumlar içerinde böylesi kişiler daima istemsizce önem aft edilmiş ve tuhaf bir şekilde korku saygısı gösterilmiş kişilerdir. Bu durum, zorbalıkla elde edilen tuhaf bir güç gösteridir. Aslında zorbalar her yerde aynıdır. Şehirde de, köyde de Allah’ın unuttuğu yaylasında da... Zorbalar bu düzeni, efendileriyle karşı karşıya kalıncaya kadar devam ettirirler. Sonra bir zorba sancağı indirir, zorbanın efendisi sancağını çeker. Zorbaların düzeni hep böyledir. Zorbalar güçlerini zayıfları ezdikleri için kazanmazlar. Çekingen ve yüreksizlerden kazanırlar. Toplumların bir şey yapmamasından kazanırlar. Aslında o cesaret hepimizin içerisinde vardır. Yeterince kazarsak derinlerde hepimizde zorbaları devirecek bol miktarda cesaret mevcuttur.
Öte yandan yaşlı bir adam, yaylada caminin olmaması nedeniyle namazgâh[5] ilan edilen ve nispeten kalabalık olan komşu köye doğru, stabilize yoldan ormana doğru çıkan patikada elinde düz bir değneğini kamburlaşmış sırtına destek olarak kullanıyor ve yürüyordu. Vadinin ortasında tek açık alanı olan düzlüğün yamaçlarında yer alan meşenin ağzına geldiğinde; eli silahlı hudutlar çetesi, namazgâha orman içinden gidilen bu yolda pusu kurmuşlardı. Yaşlı adam da bir şeyin olmadığını bildikleri halde;
- “Ellerini kaldırsan bre ihtiyar” diyerek silahlarını doğrulttular.
- Yaşlı adam: “Ben de metelik bulunmaz civan mertler. Kefen paramı bile başına bir hal gelir diye yanımda taşımıyorum. Etmeyin! Bırakın namazgâha cumaya yetişeyim.” dedi.
- Boynunda Gregoryan eşit kollu haçı bulunan ve saçı, sakalı, kirpiği dâhil sarı olan adam: ‘Bır şartlan seni gönderirim Haci’ dedi. Ağzında konuştukça sallanan, külleri rüzgâr ile pardösünün üzerine dökülen tütünüyle.
- “Neymiş o!” dedi, donuk bir ses tonuyla, yaşlı adam.
- “Namazgâhta uzuruna çıkacığın Allah, kaç numra ayakkabı giyer, sen deyiver, seni bırakem” dedi. -Bu söz üzerine gruptaki diğer haydutlar kahkaha naraları atmaya başladılar.-
- Bre zındık! Sen, benimle eğlenir missen?
- Sarı adamın: “Nerden bildin Haci!” demesiyle beraber, korodan grup halinde sesler bir daha kahkaha başlattı. Haçlı adam konuşmasına devam etti ve: “Söyle o Allah’ına, giydiği ayakkabı numrasından senin mestin ucu çıkmış ayağına da çedik[6] versin. Cuma’ya gitmenin mükâfatı olsun.” sözünü henüz tamamlamadan kahkaha tufanı yeniden başlamıştı.
Korku ile gelen cesaret, en tehlikeli gövde gösterisidir. Hayatta bazı anlar vardır; korkunun üzerine yürüdüğümüz anlar. İşte yaşlı adam da kendisiyle değil de dini ile aşağılanıp alaya alınmasına tahammül edememiş ve korku ile gelen o göz kararmasına kapılmıştı. Kendisinden beklenilmeyen bir çeviklikle yaslandığı değneği ile eğilip ucu yırtık çediğini çıkardı ve kahkahadan sarı bulamaç haline gelmiş adama fırlattı. Çedik, sarı bulamacın boyun hizasından geçerek yüzüne çarptı. Bir tokat gibi çarpan ayakkabı boynundan yüzüne doğru çamur izi bıraktı. Tam o esna, boynundaki kolyenin ek kısmına denk geldi. Bu durum, kolyenin kopmasına ve düşmesine neden oldu. Olay karşısında küplere binen sarı adam;
- “Bre bunak sen kendını ne sanırsın?” diyerek bir hınçla silahın dipçiğini yaşlı adamın yüzüne indirdi. Az önceki kahkaha tufanından eser kalmamıştı. O esnada grupta oluşan sessizlikle olayın başından beri hiç gülmeyen ve gövdesi ateşe verilmiş, yarısı yanmış, siyaha çalan çamın kavuğunda duran genç;
- “Yorgi bırak yaşlı adamı, işimiz o değil” sözünü söyleyen genci dikkatli süzen yaşlı adam, bu sesi ve bu genci bir yerden tanıyor gibiydi? Dudağının köşesinden sızan kanı elleriyle silmeye çalışırken;
- “Cemilo, sen missen?” dedi, çocukluğunu bildiği Cemilo’yu nasıl tanımasındı.
- “Sen, Cemilo’yu nerden bilirsen?” diye sordu, pala bıyıklı bir adam. Cemilo, kendi köyünden olan Hacı Bedirhan’ı tarafından tanınmamak için kasketinden sarkan peştesiyle yüzünü iyice kapattı.
- “Yok Hacı... Ben, Cemilo değilim. Ama arkadaşımdır o, mert civan.” Bu sözün üzerine yeşilliklerin içine düşen haçını alan Yorgo, nefret kusan gözlerle bakıyordu yaşlı adama.
- Cemilo ise: “Bırakın ihtiyarı, yoluna varsın. Dikkat et Hacı! Bak gördün. Bunların dini imanı yok. Acıması hiç! Var git söyle köylüne; buralara çalı çırpı toplamak için çoluk çocuk, kadın göndermesinler. Olacaklardan mesul olmayız sonra. Bugün engelledim. Yarın benim de elimden bir şey gelmez. Söyle onlara “Baçlarını[7] saklasınlar, ağızlarını iyi kapatsınlar.”
- “Sen kimsen mert civanım?” diye sordu, yaşlı adam.
- Cemilo: “Var git köyüne bunları söyle, ‘kara oğlan’ iletti dersin.” dedi.
Namazgâhtan dönen yaşlı adam olayın yaşandığı alana gelince o keskin bakışlı genci hatırladı. Cemilo muydu? Yoksa başka biri mi? Neden yardım etmişti. Hiçbir eşkıya insanı korumaya çalışmazdı ki. Bir türlü anlam veremiyordu. Ve söyledikleri beyninde kelimesi kelimesine yankılanıyordu. Yaylaya döndüğünde Hızarcı Memo’nun evinin önünde üşüşmüş olan aylak takımına başından geçenleri anlattı. Kara oğlanın onlara uyarılarını dile getirdi.
- “Kim bu Kara Oğlan?” uğultusu herkesin dilindeydi.
- “Fatıma’nın oğlu Cemilo’ya çok benziyordu” deyiverdi Hacı.
- “Cemilo mu?” diye sordu Hızarcı Memo. Köyde uluorta onu madara eden ve zorbalığına karşı gelen adamın ismini duyunca bir an duraksadı. Yaylanın açık kapısından, gözleri Seher’i aradı. Cemilo Seher’i duysaydı eğer, bu sefer neler olacaktı kim bilir. Kendince Cemil’in yokluğunda Seher’i alıp, ondan intikam almaya çalışmıştı. İnsanlığın en büyük kalleşlik örneğini sergilemişti. Sevdalı bir yüreği, hırs ve çıkar uğruna kullanmıştı. Belki de Hızarcı Memo’nun bu kadar hırçın olmasının sebebi, bir yandan Seher içindi. Ufaklıktan beri yanıktı ona, oysa Seher Cemilo’ya aşıktı. Belki de Memo’nun bu zorbalığı kendini Seher’e kanıtlama şekliydi. Bende Cemilo kadar cesurum diyebilmek içindi her şey. Titrek bir sesle:
- “O öldü. Öldü o...” dedi. Hemen oradan askerde bacağına aldığı kurşun nedeniyle adı Topal Çavuş’a çıkan, Cemilo’nun eski arkadaşı Ahmet:
- “Kimse ölüsünü görmedi Cemil’in. Sadece vuruldu.” dedi.
- “Evet, ne cenazesi geldi ne de kendisi” deyiverdi sigara tütününden bıyıkları sararmış biri. Topal Çavuş, kendi fikrine destek çıkıldığını görünce:
- “Bu olayı Fatma anaya anlatalım derim, Hacı Emmi. O bizden daha iyi bilir. Cemil ise anlar. Kara oğlan kim? Neyin nesidir. Bizde öğrenmiş oluruz.” dedi. Bu makul teklif karşısında “evet, evet topal çavuş doğru der” sözleri baskın çıkmaya başladı. Topal Çavuş, kendince geçmişte kaybettiği Cemil’in yaşadığı haberini annesine ulaştırdığında bir nebze de olsa vicdan sızısını dindirebilecekti. Soluğu Fatma ananın kapısında aldılar. Demir saç selenin üzerinde oklavayla pişirdiği ekmekleri çeviren Fatma ana, kapısının önünde uğultuları duyunca beline bir kopçasını geçirip topladığı entarisini düzeltti. Yazmasının altından sarkan kül rengi karışmış saçlarını topladı ve açtı kapıyı:
- “Hayrola ağalar. Ne alacaklı gibi sarmışsanız gapı mı?” dedi. Cemil ile geçmişteki dostluk bağları münasebetiyle ve Cemilo’nun yokluğunda Fatma ananın her işine koşan Topal Çavuş girdi lafa:
- “Ana, Cemil... Cemil yaşıyor olabilir.” demesiyle oğluna bıraktığı o keskin bakışlar yerini buğulanmaya bıraktı.
- Sen ne dersen Ahmet oğlum!
- Ana meşede görmüşler.
- Ahmet, senin dediğini kulakların işitir mi? Bir gün geldin; ‘ana askerde çatışma oldu, Cemil yaralandı, onu orada kaybettik. Ben yaralı bacak ile çıkageldim’ dedin. Şimcik karşıma geçmiş, ‘oğlun yaşıyor’ deyon. Benimle eğlenir missen Ahmet.
- Ana dur dinle. Hacı Bedirhan görmüş. O anlatsın sana. Dur bi’ dinle.
- “Oğlum yaşıyorsa da yaşıyor. Size ne ki! Bir kere başını yediniz, doymadınız. Bir daha mı başını yiyeceksiniz oğlumun, topal!” demesiyle Ahmet başını önüne eğdi ve kirpiklerinden inci taneleri dökülmeye başladı. Cemil’in yokluğunda yerine koyduğu Ahmet’ten geldiği günden beri içinde taşıdığı lakin söyleyemediği cümleler dökülmeye başlamıştı bir anda ağzından. Fatma ana, Cemil’in öldüğüne inanmadığı gibi yaşadığına da inanamıyordu. Cemil olsaydı böyle mi olurdu. Cemil olsaydı evinin direği olurdu. Cemil olsaydı Seher onun kızı olurdu. Cemil olsaydı, hırsız Hızarcı Memo onların arazilerine çökemezdi. Cemil olsaydı, dünya Fatma ananın olurdu. Milletin ağzından öldü denilen Cemil, yine milletin ağzından yaşıyordu. Mezarı bile olmayan oğlunu yüreğine gömen, yokluğuna alıştığı günlerden yaşadığına inanamıyordu. Fatma ananın şehit diye içi boş mezarının başına dikilen bayrağı dışında bir şeyi yoktu. Cemil şimdi o boş taş duvardan hortlamıştı ve yaşadığı söyleniyordu. Belki de Cemil’in gelip bu harap durumlarını görmesini istemediği içindi. “Ana evimize, ocağımıza ne olmuş” sorusundan korktuğu içindi.
- Çekin gidin kapımdan! Demesiyle kapıyı yüzlerine çalacaktı ki:
- Fatma Kadın! Dinle, senin “Kara Oğlanı” meşenin başında gördüm. Beni, o kurtardı. Dedi, ucu yırtık çediği giydiği ayağı ile kapanan kapının eşiğine koyan Hacı. Bunu duyan Fatma ana duygu yüklü bir sesle:
- “Kara Oğlan mı?” dedin. Çünkü bir o Cemil’ini ‘Kara Oğlum’ diye severdi. Çünkü bir o oğluna ‘kara kuzum’ derdi.
- Hacı: “Evet, senin oğlun, Cemil... Cemil kurtardı beni, eşkıyanın elinden.” dedi. Bunu duyan Fatma ana, olayları baştan aşağı kimi yerleri üstüne bire beş koyulmuş şekilde dinledi. Bir fedaiymiş gibi bahsediliyordu oğlundan. Olaydan önceki çevik bakışlarına kavuştu bir anda. Az önce duygulanan sanki başkasıydı. O, Cemil’i askere göndermişti. Ama o kaçıp eşkıya olmuştu. Yaşadığına sevinse miydi üzülse miydi bilemiyordu.
- Fatma ana: “Hazırlanın eşqıyanın baskını olacak!” dedi.
ABDULLAH YÜKSEL
NOT: Mâhfer serisi içerisinde yer alan ‘Cemilo’ bölümünün devamı diğer aşamada okuyuculara sunulacaktır.
[1] Mertek: Yapılarda kullanılan, dört köşe ya da yuvarlak, uzun, kalınca sırık, kalas ağaç.
[2] Peke: Tahta sedir.
[3] Kışta: Yuvar, tasma geçirilen hayvanların boyunlarında veya boğazı bir alet ile sıkıldığında insanların boynunda çıkan çıban, iz, kesik, gırtlak abanığı.
[4] Heçık: Omza alınıp iki ucuna yük asılan kısa sırık, çiğindirik, omuzluk.
[5] Namazgâh: Yayla, mera vs. caminin bulunmadığı yerleşim birimlerinde etrafı set taşlar ile örülü, üstü açık, kıble taşı olan üzerinde mihrap konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır (Küçük yerleşim alanlarında bazı namazgâhlar, Ulucami vazifesi üstlenerek Cuma namazları kılınmaktadır).
[6] Çedik: Eskiden mest üzerine giyilen sarı pabuç.
[7] 1. Baç: Devletin ya da bir kimsenin “eşkıyanın” güç kullanarak, zorla aldığı para, haraç. 2. Kırsal kesimlerde hırsızlardan ve vahşi hayvanlardan “Kurt vs.” ağıllardaki koyunlara saldırmasını engellemek için sıkı sıkıya örtülen bölümü.
Yorumlar
Yorum Gönder