Ana içeriğe atla

CEVAPSIZ SORULAR - MUZAFFER BİLSİN


1997 yılı, yapımı ve yönetmenliği Zeki Demirkubuz’a ait, Haluk Bilginer ve birçok usta sanatçının rol aldığı Masumiyet filminde, Bekir adıyla rol alan Haluk Bilginer’in bir sahnede Uğur adlı bir kadınla yaşamış olduğu aşk hikayesini ilk izlediğimde, “nasıl oluyor da bir insan başka insanı bütün yapmış olduğu rezilliklere rağmen her şeyine katlanıp sevebiliyor ki” diye uzun uzun düşünmüştüm. Yine başka bir vakitte kafamın içinde bu soruyu cevaplandırmaya çalışırken, evin dış kapısını kilitleyip sokağa çıktığımda ocak ayının soğuğu ve ıslanmış sokak kaldırımları ile karşılaştım. Paltomun yakasını kaldırıp bacalardan tüten ve hoşuma gitmeyen boğucu kömür kokularını istemeye istemeye ciğerlerime doldurup, abimin çalıştığı iş yerine gitmek için çoktan yola koyulmuştum. Abim trikolarda ütücü olarak çalışıyordu. Daha önce abimin çalıştığı iş yerine bir kez gitmiştim ve kaybolmamak için aynı sokakları hatırlamaya çalışarak ve yolculuğuma tanımadığım bir şehri gezerek devam etmeye çalıştım. Aslında tanımadığım bir şehir demek biraz yalan olur açıkçası daha önce birçok kez Gaziantep’e gelmeme rağmen bu şehre bir türlü alışamadım. Her gelişimde kendimi yurdundan sürgüne uğratılmış bir yabancı gibi hissediyor ve sanki sokaklarına adımımı her attığımda karşımda kocaman günah yüklü bir gemi görüyorum.
Yolda yürürken bir ara gözüme bir kitapçı ilişti. Hemen kitapçının bulunduğu iş hanına daldım. Oradan kitapçıya geçtim ve bir süre kitaplarla oyalandıktan sonra tekrar kitapçıdan çıkarken iş hanının yanlış kapısından çıkınca kısa süreliğine kayboldum ama tekrar geldiğim yoldan dönünce doğru yolu bulabildim.  Biraz evvel kitapçıya girmeden önce serpiştiren yağmur şimdi şiddetini iyice artırmıştı. Biraz acele bir şekilde bakırcılar çarşısının içinden geçtim ve Seda Trikoları’na ulaştım. Oraya vardığımda beş katlı yaşlı bir bina ile selamlaştıktan sonra girişe doğru yöneldim. Binanın ana kapısını açınca lağım kokusunun beni tokatlamasıyla kendime geldim. Binanın girişinde lağım borusu patlamıştı ve içeriye giren çıkan işçiler rahat geçebilmek ve oluşan göletçiğe basmamak için kendilerine briketlerden geçebilecekleri genişlikte merdivenlere kadar yol yapmışlardı. Ben de o briketlerin üzerine basarak merdivene ulaştım ve oradan da birinci kata çıktım. Bina bir hayli eski olduğu için ve yağan yağmurun da içeriye nüfuz etmesiyle ağır bir rutubet oluşturmuştu. Her nefes alışverişimde içim ürperiyordu. Kapının ziline uzun uzun bastım zili duysunlar diye, kapıyı abim açtı. İçeride bir yandan çalışan dikiş makinalarının sesi birbirine karışmıştı. Diğer yandan da çalışan ütünün sıcaklığı bütün mekânı sarmıştı. Kapıyı kapatıp içeriye girince ilk dikkatimi çeken şey makinaların başında harıl harıl çalışan Suriyeli işçiler oldu. Birisi kavruk tenliydi; büyük bir ihtimalle savaşta kaybettiği sol koluna aldırış etmeden, sağ kolu ile işine sımsıkı sarıldığını ve tek derdinin akşam evine ekmek götürmek olduğunu insan bakınca anlıyordu. Aslında sadece o değil diğer işçiler de öyle idi. Savaştan dolayı vatanlarında bırakıp geldikleri yarım hayatı bu şehirde aldıkları üç kuruşla her türlü rezilliğe rağmen Allah’a hamd ederek yaşamaya çalışıyorlardı. Şimdi yanlarına sokulup da bildikleri yarım yamalak Türkçe ile çektikleri sıkıntıları biraz anlatmalarını istesem her bir hayat bir film konusu olur. Ben öylece ayakta beklerken ortadan kaybolan abimin arkamda belirdiğini fark ettim. Bir elinde çay diğer eli ile de iskemleyi göstererek, ‘otur hadi ayakta kaldın’ dedi. Bir yandan çayımı içip diğer yandan da çevreyi izleyerek kendimi ortama alıştırmaya çalışıyordum. Dalgın dalgın etrafı izlerken birden iş yerinin zili acele acele çalmaya başladı, ‘dayı geldi’ dedi abim. Suriyeli işçilerden bir tanesi koşarak kapıyı açtı. Kapıdan içeriye önce zorla itilerek sokulan bir kız girdi. Arkasından da kızın sol kolundan sıkıca tutan bir adam girdi. Adam 1.70 boylarında kırk veya kırk beş yaşlarında, kır saçlı, biraz kilolu, göbekli, kaşları çatık ve sert bir mizaca sahip, mor gömleğinin üzerinde gri bir takımı var. Sol bileğinde kehribar bir tespih, ayağında kundura, tam bir kabadayı tiplemesi. Kesin o yüzden ‘dayı’ demişlerdir. Kız ise en fazla 17 veya 18 yaşlarında, kirli sarısı saçları arkadan toplanmış ama saçları dalgalı olduğu için iyi toplanamamış bir görüntü ile biraz dağınık bir halde duruyordu; bakışı gibi. Gözleri kırmızı ve bulutlu, ağladığı her halinden belli. Bitkin bir hali vardı. Acaba ‘dayı dedikleri bu adam kıza bir şey mi yaptı’ diye kendi kendime bir süre söylendim. Kız etine dolgun orta boylu, üzerinde kış olmasına rağmen, gri ince bir badi, altında yanlardan ikişer çizgisi olan yeşil bir eşofman ile gelmişti. Dayı, kızı çekiştirerek ikinci kattaki odasına götürdü ve kapıyı kapattı. İşçiler de bu duruma şaşmış olacaklar ki onlar da dayı odasına girip kapıyı kapatana kadar arkalarından izlediler. O an abimin bağırmasıyla herkes kendine geldi. “Hadi oyalanmayın işinize bakın” dedi. Dayı odasına girdi işçiler tekrar işine döndü. Ben de abime olayı anlamak için göz kırparak, “hayırdır, ne bu iş” diye sordum. Abim, “dur hele dur, durumlar karışık biraz” deyince içime bir kurt düştü ve türlü entrikalar düşüncelerimi işgal etmeye başladı. Acaba kötü bir şey mi duyacağım diye korkuya kapıldım. Biraz vakit geçtikten sonra iş yerinin kapısı tekrar çalındı. Bir esnaf çırağı elinde yemekle gelmişti. Yemeği alıp dayı denen adamın odasına götürdü. Ben de çayımı bitirmiştim. Abimin ütülediği kıyafetleri nasıl katladığını izlediğim sırada dayının odasında bir bağırtı koptu. “Abi gurbanın olam vurma, bir daha yapmayacağım, söz valla” diye bir şeyler söylüyordu kız. Abime el işareti ile dayının odasını göstererek, “ya adam kızı dövüyor bir şey yapmayacak mısın” dedim. Abim el işareti ile susmamı istedi. “Dayı gitsin anlatırım” dedi. Ama içime düşen merak duygusu beni yiyip bitirmeye başlamıştı. Diğer işçiler de bu durumu kabullenmiş gibi hiç ses çıkarmıyorlardı. Kızın ağlama seslerine dayak ve feryatlar eşlik ediyordu. Dayı denen adamdan neden bu kadar korkuyorlardı anlamadım. Alt tarafı varıp yaptığının doğru bir şey olmadığını söyleyecekler diye içimden söyleniyordum. Kulağımı kabartmış bir şekilde, sürekli ikinci kattaki odayı dinledim. Dayak sesleri ve feryatlar kesildi. Sadece kızın ağlama sesleri duyuluyordu. Dayı kızı odadan çıkarıp bizim yanımıza getirdi ve benim karşımdaki iskemleye oturttu. Dayak yemekten kızın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Başı öne doğru eğikti, hiç kaldırmıyordu. Gözyaşlarının bazısı yere düşüyordu bazısını da elinde tuttuğu peçete ile siliyordu. Dayı abime dönerek, “Mehmet sen buna mukayet ol, ben babasını alıp geleceğim, yazık adam harap oldu ağlamaktan” dedi. Abim, “tamam dayı sen merak etme” dedikten sonra dayı hızlı bir şekilde kapıyı çarpıp çıktı. Abim kıza dönerek, “yine o şerefsizin yanına gittin değil mi” diye sordu. Kız da başını sallayarak ‘evet’ işareti yaptı. Abim, “kızım sen salak mısın, çocuk sana her türlü pisliği yapıyor, hâlâ kalkıp onun yanına gidiyorsun ne buluyorsun bu çocukta Allah aşkına” diye azarladı kızı. Kız, gözyaşını silerek ve ağlamaklı bir sesle “seviyorum abi vallahi seviyorum billahi seviyorum, Allah canımı alsın ki abi onun yanında olmadığım zaman nefesim daralıyor boğuluyor gibi oluyorum” dedi. Abim, “başlatma kız sevgine, oğlan seni seviyor mu, yok, ee daha ne arıyorsun gitme bir daha. Dayı seni Ateş-Buz kullandın diye dövdü değil mi?" Kız sadece ‘hı hı’ diyebildi. Abim, “bak bu kaçıncı oldu bilmiyorum ama bir daha yaparsan bu sefer dayı seni götürüp kendi elleri ile hastaneye yatırır valla” dedi. Kız gözyaşlarını silerek, “merak etme abi artık tövbe ettim bir daha kullanmayacağım” dedi. Konuşmaları şaşkınlıkla dinlerken kızın uyuşturucuya bulaştığını anladım ve kıza ayıp olmasın diye şaşkınlığımı gizlemek için gözlerimi sağa sola kaçırıyordum. O sırada dayı geldi ve kızı aldı götürdü. Büyük ihtimalle babasına teslim etti. Kız gittikten sonra kısa süreliğine bir sessizlik oluştu ve oluşan sessizliği abim konuşmaya başlayarak bozdu.
Kızın adı Elif, daha 18 yaşında. Babası şu yukarıdaki camide imamlık yapan yaşlı bir adam. Bizim dayı ile önceden tanışmışlığı varmış, dayı öyle söyledi bana. Sen gelmeden önce Elif’in babası geldi, ‘kızım kaçtı yardım et’ diye, dayıdan yardım istedi. Dayının da çevresi geniş olunca haber saldı ortalığa kız bulunsun diye, sonra kızın kaçtığı bu oğlan kızı sokağa atmış. Dayı da gitti aldı getirdi kızı işte. Elif bu kaçtığı çocuğa lise sonda âşık olmuş çıkmaya başlamışlar ama, Allah var kız çocuğu çok seviyor ama oğlan kızla sırf gönül eğlendirmek için çıkmış. Neyse okul falan bitiyor oğlan kızı bir gün eve davet ediyor ve kıza evde zorla tecavüz edip fotoğraflarını çekiyor. Kimseye söylemesin diye de fotoğrafları şantaj olarak kullanıyormuş. Fotoğrafları elinde olunca kıza istediğini yaptırmış, zorla 2 veya 3 defa Ateş-Buz içirmiş, kızı uyuşturucuya alıştırmış, bağımlı hale getirmiş. Kızı uyuşturucuya alıştırınca uyuşturucu karşılığında kızı satmaya başlamış. Daha önce de yine dayı alıp gelmişti çocuğun yanına kaçtığında. Ben oturdum muhabbet ettim biraz diyor ki, “abi her gün on-on beş kişi geliyordu” diyor. Allah’ım sen bizleri koru ya Rabbi, neyse ‘kız bak çocuk sana o kadar kötülük yapmış neden hâlâ gidiyorsun’ diyorum. ‘Abi, ben çok seviyorum çocuğu’ diyor. Yazık valla körpecik kız ne hale düşmüş ve bir de bütün bunlardan babasının haberi yoktur biliyor musun? Adam duysa bunları dünyası yıkılır resmen, kolay değil. Kız utancından evde duramıyor kaçıp kaçıp oğlanın yanına gidiyor. Alışmış ya bir kere duramıyor yerinde.
Bütün anlatılanları duyunca kalbime bıçak saplanmış gibi bir ağrı hissettim. Boğazım düğümlendi, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Dışarıya hava almak için çıkmak istedim ama ayağa kalktığımda başım döndü ve olduğum yere mıhlandım kaldım. İçimdeki duygu fırtınalarına imgeler yetmiyordu. Yine bu şehir bana en büyük acılarından ve en büyük günahlarından birisini armağan etmişti. ‘Bir insan bir insanı ne kadar sevebilir’ sorusu tekrar aklıma geldi. Hangi aşk, hangi sevgi, sevdiği ama sevilmediği bir adam tarafından kendisine yapılan her türlü kötülüğe, pisliğe, çirkinliğe rağmen hala koşarak kollarına kendisini bırakıp “seni seviyorum” diyebiliyor ki bir türlü aklım almıyor. Bu cevapsız soruyu, bir türlü aklım almıyor!

Yorumlar

  1. Keşke gerçek olmasa diye diye okudum her bir satırı...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. maalesef gerçek bir olay, izleri hala gözlerimin önünden gitmiyor.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEBEP - İLKER SONER

Öncesi olmadı yokun Sen bir yokluk kavurdun Üfledin çıkan dumana Dağıldı kokusu dünyamızda. Nedir bu his alaca Nefesin mi Yoksa Yok mu  Kalır burnumuzda. Şimdi Ne sebeptir  Ne sebep olamaz İntiharımıza...  

HAKİKATLERİN ACI EŞİĞİ - İLTÜZER OKAN

Hayatımızda doğruluk adı altında yaşadığımız her ne varsa, tamamının sınırında durulan bir nokta vardır: Hakikat... Çok basittir ama çoğu zaman basit diye dikkate alınmayan bu hassas nokta, ‘acı eşiğinin’ zorlandığı an onunla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşme kimi zaman hakikatin kendisiyledir, kimi zaman ise sadece acısıyladır. Reis Bey (Hâkim)... Hakikatin hem kendisiyle hem de acısıyla yüzleşen adam. Duruşma esnasında kullandığı “ Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz! ” cümlesi, onun hayata bakışının, kendi gözünde doğru olduğuna inandığı gerçeklerinin bir ifadesini verir. Fakat her gerçek doğru mudur? Bu soruyu kendi elleriyle yazdığı mahkeme defteri yanıtlar: Hakikati biliyor, fakat hakikatle çelişse bile kendi doğrusunu uyguluyordu. Yargıladığı bir genci suçlu olduğuna inanmadığı halde idama mahkûm etmişti. Kendince doğru olanı yapmıştı ve bunu “ Mahkum ettiğim o değil, mücerret fiildir... Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masu